Kış vaktiydi. Hani şu karın yağmasını ve havaların ısınmasını aynı anda beklediğimiz zamanlar. Sokaktaki her insanın yegâne amacının sadece ısınmak olduğu zamanlar. Ben de o insanlardan biriydim. Amatör bir çizer olarak bir dergiye kapağı atabilmek için tembelliğin izin verdiği ölçüde karikatür çizip dergilere götürüyordum. Taksim'e haftada bazen bir, bazen iki defa geliyor bazen ise hiç gelemiyordum. Penguen'in eski binası Beyoğlu karakolunun ordaydı, tünelden gelirken ikişer kopyası bana kalsın diye genelde çizdiklerimi fotokopi çektirecek bir yer aranırdım.
Bir çarşamba yine durum buydu. Solda ufacık bir pasajın olduğunu farkettim, girişinde ufak bir loto bayi ve bir de büfe vardı. İlk bakışta çok büyük sandığım pasajda bunlara ek olarak sadece ufacık bir de fotokopici olduğunu farkettim. Derginin mesaisi bitmek üzereydi, telaşla daldım oraya. Dükkan eni konu 4 metrekare civarı bir şeydi. Fotokopi makinesi, ufak bir masa, sandalye. İçerdeki ufak tefek, kambur bir adamdı. Kısa kesilmiş beyaz saçları, üstünde de sıradan eski bir kazak, elleri titreye titreye çekti benim fotokopileri. Çok kibardı, korumaya çalıştığı gülümsemesi de cabası. Eski toprak bir İstanbul beyefendisiydi belli ki. "Hayırlı işler" diyip çıktım.
Ertesi hafta tekrar. Kanım ısınıyor gibiydi adama, hiç adetim olmamasına rağmen biraz sohbet ettim. Çizdiklerime baktı, açıkladım durumu. Bir sonraki hafta makinesinde ufak bir sorun çıktı, biraz daha uzun sürdü, böylece daha fazla konuşma imkanı bulabildik. Hani hikâyelerde olur ya, bir işi yaparken karakterin etrafında hep aynı tipler vardır, olayları tanıdık kılarlar. Burda da çizerliğe giden yolda fotokopilerimi sürekli burada çektireceğimi hayal ettim, aramızda haftalar boyunca ilerleyen bir muhabbet oluşacaktı, benim hikayemin tanıdık bildik şeylerinden biri de buydu.
Sonraki hafta gidemedim. Ertesi hafta ise iyi şeyler çizmiştim, hem artık dönüp dolaşıp fotokopici aramıyordum, bildik tanıdık bir rota oluşmuştu önümde. Bu rahatlıkla dolu dizgin yürüyüp dükkana yöneldim. Ama kapısı kapalı, ışıkları sönüktü. En fenası da fotokopi makinesi yoktu içerde. Tamire yollamıştı belli. Yine de sordum lotocuya nerde diye. Camın arkasından öyle boğuk ve öyle umursamaz bir cevap geldi ki.
Aslında duymuştum, ama bir daha net bir şekilde söyleyince sanki başka bir şey duyacakmışım gibi tekrar sordum "duyamadım?" diye. Söyledi:
"Bu dünyada herkes gidici, sıra ondaydı."
Dışarı çıktım. Kış vakti dedim ya, zaten soğuktu. Vapurdan bir kaç kişiyi gördüm; kızın biri sevgilisiyle buluşmuştu, orta yaşlı bir adam hızlı hızlı yürüyordu. Diğer insanlar da öyle. Ölüm onlara bulaşmamıştı belli ki. Ölenleri ve hayatta kalanlarıyla aynı dünyanın muhafızlığını yapıyorduk işte. Yürüyorduk, sadece yürüyorduk..