9 Ocak 2024 Salı

Brass: Birmingham Kutu Oyunu İncelemesi - Endüstriyel Dönemde Kızgın Yarış

Kutu oyunları artık çok eski tarihlerde tasarlanmış ve haliyle de günümüz insanının düşünce dinamiklerine biraz uzak kalan Monopoly, Risk gibi oyunlardan farklı bir hobi halini almış durumda. Her sene yayınlanan yüzlerce yeni kutu oyunu, hem strateji hem de eğlence arayanları farklı yönlerden tatmin etmeyi başarıyor. Bu hafta inceleyeceğimiz Brass: Birmingham da tam olarak böyle bir oyun.

Kim tasarlamış?


Brass Birmingham, kutu oyunu piyasasında daha önce Age of Steam ve Railways of the World gibi hitleriyle bilinen Martin Wallace’ın 2007 tarihli bir başka hiti, Brass’ın güncellenmiş hali diyebiliriz kısaca. Super Motherload’dan bildiğimiz Gavan Brown ve Matt Tolman projeye dahil olmuş ve eski versiyonda bulunmayan birtakım yeni mekanikler ekleyerek daha iyi bir Brass elde etmeyi başarmışlar. Peki nasıl?



Oyunda neler yapıyoruz?


Brass, Sanayi Devrimi zamanlarında geçiyor. Oyunda bu dönemlerde gerçekten de yaşamış olan birer yatırımcıyı canlandırıyoruz ve yaptığımız hamleler de bu yatırımcının en varlıklı kişi olmasına yönelik şeyler. Her oyuncu, önündeki tablada bulunan fabrikaları haritaya kurup satmaya çalışarak, bunun yanında da yollar inşa ederek nüfuzunu artırmaya çalışıyor. Tabii bunu yaparken verimsiz fabrikaları kurmadan çöpe atmak, kredi çekmek veya keşfedilmemiş yerlere gitmek de gerekebiliyor bazen.


Oyun akışı nasıl peki?


Her turda elimizdeki kart destesinden birer tane oynayarak iki hamle yapıyoruz. Kartın içeriği, yalnızca fabrika kurma aksiyonunda önemliyken, diğer aksiyonlarda pek bir işlev taşımıyor. Tabii ki doğru kartı kullanmak yararınıza olur, yoksa fena halde sıkışabilir ve bu sıkışıklıktan kurtulmak için keşif ve kredi çekmek gibi zaman kaybettiren aksiyonlar yapmak zorunda kalabilirsiniz.


Brass’ı özel kılan şeyler de bu aksiyon bolluğundan ve bu bolluğun yarattığı stratejik derinlikten geliyor. Sizin için en çok puanı getirecek fabrikayı ve yolu, en doğru yere kurmalısınız ancak bunu yaparken rakiplere de en az avantajı vermeli, gerekirse onların önünü tıkayacak aksiyonlar yapmalısınız.



Oyuncularla nasıl bir etkileşim içine giriyoruz?


Burada devreye oyunun özel noktalarından pozitif etkileşim giriyor. Rakiplerin fabrikaları üzerinde bulunan kömür, demir ve birayı gerekli şartları sağladıkça siz de kullanabiliyorsunuz ancak bu, fabrikalarının otomatikman satılmasına ve kolayca puan kazanmalarına sebebiyet vereceği için dikkat etmeniz gerek. Brass’ta bu tür çok yönlü düşünce gerektiren anların çeşitliliği ve bu anların pozitif etkileşim ve az şans faktörü ile meydana gelmesi oyunun parlayan kısmı diyebiliriz.


Oyunu kanal ve demiryolu çağı olarak iki kısımda oynuyor ve her çağın sonunda kurduğumuz yollar ile fabrikaları puanlıyoruz. Oyun sonunda tabii ki en çok puana sahip olan yatırımcı, oyunun galibi oluyor. İki çağın da kendine ufak has mekanikleri var ve oyun akışımızı bunlara göre güncellememiz gerekiyor, yani oyun boyunca tetikte olmalısınız. Brass’ın takdire şayan taraflarından bir diğeri de bu sayede sıkılmanızı engellemesi. Boşuna böylesine popüler olmuş bir oyun değil yani.



Kadıköy Bahariye’de açılan Game Gallery’de Brass: Birmingham ve daha nicesini oynayabilir, birbirinden farklı onlarca kutu oyununun tadına güzel yemek ve içeceklerle varabilirsiniz. Oyunu bilmenize gerek bile yok, öğretmen arkadaşlarımız sizlere seve seve yardımcı olmak için her zaman burada. Bekliyoruz!





14 Temmuz 2023 Cuma

İyi kahve, dostlar ve güzel bir kutu oyunu... Mutlu olmak bu kadar kolay.

İhtiyaçlar hiyerarşisinin en tepesine ulaşmayı, kendini gerçekleştirme işini yanlış yerlerde arayanların bu kafaya ulaşamayacak olmasına biraz üzülüyorum. Ama bu masa etrafında toplanmış ve toplanacak olan herkes için de aynı şiddette seviniyorum.
















10 Ekim 2022 Pazartesi

2021 Albümlerim


"I think it's time I came clean, miserable music makes me happy" - Steven Wilson


10. From This Place - Pat Metheny (2020)


Favori şarkı: You Are


9. Fables - David Ramirez (2015)


Favori şarkı: Harder to Lie


8. Men Amongst Mountains - The Revivalists (2015)


Favori şarkı: It Was a Sin


7. The Very Last Day - Parker Millsap (2016)


Favori şarkı: Heaven Sent


6. The Future Bites - Steven Wilson (2021)

Favori şarkı: 12 Things I Forgot


5. Going Down to the River - Doug Seegers (2014)


Favori Şarkı: Going Down to the River


4. Fear of a Blank Planet - Porcupine Tree (2007)


Favori şarkı: Anesthetize


3. Once Twice Melody - Beach House (2021-2022)


Favori şarkı: Superstar


2. All These Dreams - Andrew Combs (2015)


Favori şarkı: All These Dreams


1. My Wild West - Lissie (2016)


Favori şarkı: Wild West


2021'in listesini 2022'nin sonlarında yayınlayabildiğim için biraz buruğum ama 2021'in de benim için geçtiğimiz senelerden farkı yoktu müzik açısından, yine inanılmaz albümler dinledim. Her senenin bitişinde "artık bu senekiler kadar seveceğim bir albüme daha denk gelmem herhalde" diyorum ancak yıl sonunda yine aşırı tatmin edici şeyler dinlediğimi fark ediyorum. Bir araştırmaya göre yeni müzikler keşfetme (ve dolayısıyla da sevme) yaşının ortalama 30 civarı bir sınırı varmış. Bu araştırma sebebiyle, 30'u yeni doldurduğum bu dönemde "ya yeni albümler dinlemekten keyif alamaz hale gelirsem?" diye korkuyorum ancak müzik dinledikçe daha keşfedecek çok sayıda nefis şey olduğunu fark ediyorsunuz ve bu, korkunuzu büyük ölçüde yok ediyor.


2021'in müzik açısından önemli bir diğer olayı da beklenmedik şekilde radyo programına başlamak oldu. Standart FM'de şimdilik 1.5 yıl devam ettirdiğim Toprak Sırları, americana türü adına sevdiğim şeyleri tanımadığım diğer insanlarla paylaşmak ve yeni şeyler keşfetmek için harika bir katalizör oldu. Bir enstrüman çalmaya özel bir ilgim veya güzel bir sesim yok. Bu nedenle müzik adına üretebileceğim ender şeylerden biri de buydu ve gerçekleştiği için minnettarım. Eski programları dinlemek isterseniz linki burada.



Doug Seegers 2021'in sürprizlerindendi. İsveçli TV yapımcısı Jill Johnson, Nashville'de Jill's Veranda ismindeki programı için 6 sanatçıyı yanına alıp şehrin müzisyenlerini keşfederken sokak müzisyenliği yapan ve pek de iyi durumda olmayan Doug Seegers'a denk geliyor. Ekip, kameraların önünde kendi bestesi Going Down to the River'ı kendine has nefis vokaliyle çalıp söyleyen Doug abimize anında vuruluyor ve deyim yerindeyse elinden tutuyorlar: İlk stüdyo albümü 
Going Down to the River'ın kayıt ve prodüksiyonunu üstleniyor ve şarkının İsveç iTunes'unda 12 gün boyunca #1 olması üzerine de büyük bir İsveç turnesi ayarlıyorlar kendisine.


Nadiren görülen bir başarı hikayesi diyebiliriz. Doug abimizin fazla üretmeden ve tanınmadan, kısaca bu işin ekmeğini yiyemediği 50 yıl kadar zaman geçmiş olması ise işin üzücü tarafı. Albüm baştan sonra nefis tınlıyor ve country dinlemeyenleri bile kendine bağlayacak bir renge sahip. Albümle aynı ismi taşıyan o şarkı, bence country müzik adına 2010'ların trademark'ı olarak hatırlanabilir nitelikte. Bunu severseniz kendisinin Hank Williams klasiklerini seslendirdiği
Doug Seegers Sings Hank Williams albümüyle cila çekebilirsiniz.



Lissie bu senenin en büyük keşfi oldu açık ara. Lissie, kimlik adıyla Elizabeth Corrin Maurus'un (kendisini bırakıp sahne adına geçiş yapmak için çok uygun bir isim) sesine, yorumuna, enerjisine aşık oldum diyebilirim. Kadın vokallerde benim için Sharon Van Etten, Angel Olsen ve Norah Jones gibilerini geçip birincilik tahtına zorlanmadan oturdu. Bütün diskografisini zevkten dört köşe olarak dinledim. Folk rock, pop ve -My Wild West albümünde duyulduğu üzere- country gibi türleri nefis harmanlıyor. Özellikle My Wild West sözleriyle, sesörgüsüyle kısaca her şeyiyle çok güçlü bir albüm: Enerjik, catchy, kendine has ve bunları yaparken asla derinliği elden bırakmıyor, ucuz numaralara başvurmuyor. Kaliforniya'dan memleketi Iowa'ya geri dönen Lissie'nin Kaliforniya'da geçirdiği 10 yılın özetini, yani gerçekten anlatacak şeyleri olan birini dinliyorsunuz ve benim için bu, müzik dinlerken duymak istediğim bir numaralı şey.



Canyons of my Mind (2017) albümüyle tanıdığım singer-songwriter Andrew Combs'un bundan bir önceki stüdyo albümü All These Dreams (2015) de bana My Wild West gibi büyük hazlar yaşattı. Hatta 1. sıraya kimi koysam diye çok uzun süre kararsız kaldım ancak değer açısından farkları yok. Combs'un müziğinde genellikle erkeğin hiçe sayılan ve belki de kendisinin bile görmek istemediği naif ve kırılgan tarafını duyuyorum. Tenor vokali ve countrypolitan şarkı düzenlemeleri ise aynı anda hem eski hem de modern bir şey dinliyormuşunuz hissi veriyor. Ayrıca bu arkadaş söz yazma konusunda harbiden yetenekli.

Ain't it funny how a little thunder

Can make a man start to wonder

Should he swim or just go under

And ain't it funny how you learn to pray

When your blue skies turn grey

When there's nothing left to say

Shine on rainy day

(Rainy Day Song)




Beach House'un son stüdyo albümü çıtayı artık arşa koydu diyebilirim. Her albümlerinde o bilindik altyapılarına yeni ve heyecan uyandırıcı katmanlar ekleyebiliyorlar (sanırım bunda Sub Pop'a geçtiklerinden beri çalıştıkları prodüktör Chris Cody'nin de payı var, bu albümün prodüktörlüğünü tamamen kendileri üstlenmişler gerçi). Pitchfork kritiğinde de bahsedildiği gibi: "Once Twice Melody'yi dinlemiyorsunuz, içinde çözünüyorsunuz." Esas olarak 4 bölüm halinde yayınlanan albümün ikinci yarısının bir kısmı 2022'ye sarktı ancak yarım haliyle bile rahatlıkla 2021'de en sevdiğim şeyler listesine girdi. Tabii bunda albümün 18 şarkıdan oluşmasının payı da var. Hakkında düşünmek ve yazmak için biraz da tamamlanmasını ve çok kereler dinleyerek demlenmeyi bekledim. Hatta yutubçu müzik eleştirmeni Anthony Fantano'nun albüm kritiği ve kendileriyle yaptığı röportajı izlemek için de bunu bekledim. Siz de izlemek isterseniz aşağıya koyuyorum videoyu. Bu albüm muhtemelen 2022'nin komple 1 numarası olacak benim için.


Talking to Beach House




Gelecek sene görüşmek üzere, mutlu yıllar.

21 Mart 2021 Pazar

İnsanın Kendinden Şüphe Etmesi Durumu

Şöyle bi durup düşünmediğimiz zamanlarda bayağı bayağı kas hafızasıyla yaşıyoruz aslında. Böyle yaşarken de standardımız neyse onu yapıyoruz, kendimize göre en iyi olduğunu düşündüğümüz şeyi yapıyoruz yani. Otomatikman. Elle tutulacak kadar bencil, egoist olmayan biri bile sırf şu rutin yüzünden kendiliğinden, yavaş yavaş bir ego içine girmiş durumda olmuyor mu? "Kendi doğrularım, kendi düzenim" diye? (Çok da anlatamadım galiba.)

İşte bu yüzden de insan kendini otomatikman çok iyi, mükemmel olduğuna ikna ediyor galiba farkında olmadan. Kendinden şüphe etmeyi unutuyor.


2020 Albümlerim

"I like beautiful melodies telling me terrible things." - Tom Waits



10. South of Reality - The Claypool Lennon Delirium (2019)



Favori Şarkı: Easily Charmed by Fools



9. Letter to You - Bruce Springsteen (2020)



Favori şarkı: Burnin' Train



8. Icky Thump - The White Stripes (2007)

 


Favori şarkı: I'm Slowly Turning Into You



7. Let's Talk About Love - Celine Dion (1997)



Favori Şarkı: The Reason



6. Lordi - The Arockalypse (2006)


(evet Lordi)



Favori Şarkı: Hard Rock Hallelujah (evet)



5. Steven Wilson - The Raven That Refused to Sing (2013)



Favori Şarkı: Drive Home



4. Topaz EP - Israel Nash (2020)



Favori Şarkı: Down In The Country



3. The Road to Hell - Chris Rea (1989)



Favori Şarkı: That's What They Always Say (aslında hepsi)


2. The Crimson Idol - W.A.S.P. (1992)


Favori Şarkı: The Idol (aslında hepsi)


1. Days Like These - Jeff Daniels (2014)


Favori Şarkı: Holy Hotel (aslında hepsi)


Bu yılı Jeff Daniels'ın çok iyi bir folk/blues müzisyeni olduğunu keşfettiğim yıl olarak hatırlayacağım. Days Like these müthiş müthiş ve müthiş bir albüm. Bu adam yıllardır Salak ile Avanak'ta Jim Carrey'nin yanındaki adam olarak harcandı ama esas itibarını The Newsroom ile kazandı sanki genel izleyici gözünde. Days Like These'i bu yıl ilk karantina döneminde keşfettim. Woody Allen'ın The Purple Rose of Cairo filmini izlerken "başroldeki bu güzel çocuk kim, sonra neden ortadan kayboldu acaba?"diye düşünürken bir baktım ki o çocuk Jeff Daniels'mış ve gençken fena yakışıklıymış, kendisini Salak ile Avanak'taki darmadağın ve şapşal haliyle hatırladığımız için tanıyamadım bile. Sonra başka neler yaptı derken Days Like These ve diğer albümlerini buldum. Yeni çıkan Alive and Well Enough da bu seviyede olmasa da çok güzel bir iş. Senciyiz Jeff!


Yılın ikinci süper keşfi benim için WASP oldu. Hard Rock ve Heavy Metal'i ezelden beri sevmeme rağmen klasik albümlerini ve gruplarını fazla bilmediğimi fark edince Rainbow, Savatage ve WASP'a dalmış bulundum. Crimson Idol gerçekten de baştan sona tek bir boş şarkısı olmayan, enfes bir konsept albüm. Konusu biraz klişe olsa da Blackie Lawless'ın müthiş yorumuyla her şeyi telafi ediyor. Yakıcı, yıkıcı bir heavy metal albümü.


İsmini hep duyduğum ancak derinine dalmadığım bir başka isimse Chris Rea idi (Chris'lerden  hep Isaak'i dinlemiştim). Değerli bir arkadaşımın tavsiyesiyle Road to Hell'i dinledim ve ilk birkaç dinleyişte vuruldum diyebilirim. Delta blues temelli slide gitarlarıyla İngiliz rock'unu çok başarılı birleştiren, hiçbir ama hiçbir boş şarkısı olmayan, hepsi de çok akılda kalıcı parçalardan örülü bir uzunçalar. Bayıldım. 1989'un gözden uzak kalan cevherlerinden.


Uzun süre ısınamadığım White Stripes'a son albümleri Icky Thump ile biraz daha yaklaştım ancak grup benim için hala bir şekilde soğuk, şarkıları içinize hiç dokunamıyor gibi.


Celine Dion'un albümü popun full ticarileşmediği dönemin son kayıtlarından sanki. Her şarkı hala masumiyet barındırıyor, kalbinize uzanıp sizi yakalıyor. Meşhur ötesi Titanic şarkısı My Heart Will Go On da burada (hala fena duygulandırıyor, marketlerde bile zibilyon kez çalınmasına rağmen etkisini yitirmeyen bir şarkı).


Lordi'nin 15 yaş metalcilerine hitap ettiğini biliyorum ama yine de kütür kütür eğlenceli bir grup ve albüm. Hala 80'ler tarzı hard rock/metal yapan grupların azaldığı düşünülürse aynen devam etmeleri değerli bence. Son albümleri Killection da en az bunun kadar güzel.


Patron'un yeni albümüne maalesef ısınamadım. Hatta E Street Band ile yeniden birleştiği 2000'ler sonrası dönemde tek sevmediğim albümü oldu (Devils and Dust'tan bile daha az dinledim). Western Stars'ın üzerine bu kadar çabuk gelmese de olurdu, muhtemelen yaş 70 olunca ne yaparsam kardır kafasına girdi yavaştan. Hala kredisi sonsuz tabii ki. Tek başına Western Stars bile 10 yıllık kredi demek. 


Bir gün Obama kadar özenli ve steril oturmak istiyorum.


Steven Wilson'ın sonsuz diskografisinin en tatlı işlerinden The Raven'da arada -bence- kaybolan ancak hakkı verilmesi gereken süper bir EP. Drive Home kült bir şarkı. Gitarlarda Guthrie Govan döktürüyor.


Müzik açısından oldukça doyurucu bir yıldı benim için. Önümüzdeki yıllarda da dinleyeceğim pek çok şey keşfettim. Yazıyı çok önceden hazırlamış ancak bir türlü yayınlayamamıştım. Geç olsun güç olmasın.

13 Temmuz 2020 Pazartesi

Red Kit İsmini Kim Koydu?

Eskiden, yabancı çizgi romanlar Türkçe yayınlanacağı sırada isimleri değiştirilirdi. Red Kit de orijinal ismiyle (Lucky Luke) yayınlanmamış, ticari olarak daha uygun olduğuna inanarak başka bir isimle sunulmuştur. Çizgi roman koleksiyoncuları kendi aralarında bir tartışma yaşamışlar ve kısmen de benim yirmi yıl önce yazdığım metinlere referans vererek doğru-yanlış tartışmasına girmişler. Ben de gelişmelerden böyle haberdar olabildim. Yener (Çakmak) abiyle mesajlaştık. Ben çizgi roman tarihiyle uzun zamandan beri ilgilenemiyorum. Yeni insanların benim ya da başkalarının yazdıklarını geliştirecek çalışmalar yapmaları en büyük temennim. İtiraf etmem gerekirse Red Kit'e isim babası kimdir meselesiyle pek ilgilenmiyorum, çizgi romanla ilişkimi de bu türden malumat üstüne kurmamaya özen gösteriyorum. Yoksa pek çok fan ve koleksiyoncu bana bir kahramanın özel bir macerasını, yayın yılını, hangi sayıda yayınlandığını, kapak çizerini ve saireyi soruyorlar, özel bir nedenden dolayı ilgilenmemişsem cevap vermiyorum, bilmiyorum da...Ancak bir alanda çalışırken meseleye yoğunlaştıkça kimi şeyler hem dikkatinizi çekiyor hem de istemeseniz de bilebiliyorsunuz.

Red Kit'i çoğu kişi gibi bana da sevdiren şey Milliyet gazetesinin zamanında ek olarak verdiği bu küçültülmüş öykülerdi.

Red Kit'in isim babası kimdir sorusuna cevap olacak bir özetleme yapayım. 1991 yılında kendisiyle ses kaydı alarak yaptığım röportajda Turhan Selçuk bana Red Kit'in isim babasının Oğuz Alplaçin olduğunu söylemişti. Red Kit ilk kez onun çıkardığı Dolmuş dergisinde Lük Lük adıyla yayınlanmıştı ve çeviriyi, iddiaya göre o yapmıştı. Hoş, Fransızcası olmadığını söyleyenler de var ama iddia böyleydi. Daha önce çeviriyi o yaptığı için yeni yayını sırasında da ona danışılmıştı vs vs....İkinci isim, kaligrafist-Baloncu Ferdi Sayışman'dı.  Çeşitli defalar Red Kit'in ismi babası olduğunu söyledi. Bu iddiayı babası gibi baloncu olan Şevki de yineledi. Üçüncü isim, o yıllarda yine balonculuk yapan Vehip Sinan'dı: Doksanlı yılların sonunda katıldığı Hasan Kaçan'ın bir tv programında diziye ismi kendisinin verdiğini anlattı. Buna göre, yayıncı Adnan Şakrak, kendisinden yardım istemiş ve o da bu ismi uygun bulmuştu. Son iddiayı Yener Abi paylaşmış, halen hayatta olan yayıncı Şakrak'ın ismi belirlediğini, hatta çeşitli korsan yayınları engellemek için Red Kit ismini tescil dahi ettirdiğini söyledi. Adnan Bey halen yaşıyormuş ve ona da sorulabilirmiş...


Vehip Sinan

Anlaşıldığı üzere biraz karışık... Sakin bir araştırmacıysanız, bunları aktarırsınız, bilirsiniz ki birinden biri yanlıştır, hatta hepsi yanlış olabilir. Yanlış hatırlıyor veya "yalan" söylüyorlardır. En sondan başlayalım, Red Kit ismi niye tescil ettirilir? Bu bir yabancı yayın ve telifini ödeyerek belli bir süre için Türkçe yayın hakkına sahip oluyorsunuz. Oysa Türkiye'de genellikle telif ödemeden kopyalanarak yayıncılık yapıldığı için adam asıl olarak "bu mal benim" diyerek, diğer yayıncılara dava açıyor ve ticari olarak zarar verebiliyordu. Öyle ki yayıncı gidip telif hakkını satın alsa bile geçmiş yayınlar ve yayıncılar nedeniyle yayından vazgeçebiliyordu. Lük Lük olan isim bu yüzden Red Kit bile yapılmış olabilir. İsim hakkını yayıncı tescil ettirebilir, ticari olarak ürünün-temsil hakkı sahibi o tarihte Şakraklar...İsim babası olduğunu iddia eden Sinan ve Sayışman tescili bendedir demediler zaten...Rica ettiler ismini ben koydum, öyle yayınlandı diyorlar. Açıkçası ben yayıncı dururken baloncunun isim koyabileceğini sanmıyorum. Aradan yirmi yıl geçti, şimdi yazacak olsam, bunun altını çizerim. Kişisel fikrim, Tommiks ismini de Samim Utkun filan koymamıştır. Münir Hayri Egeli gibi bir yayıncı, büyük bir ego, yanında çalışan birine bana bunu yaptırmaz gibi geliyor ama ne yazık ki tek kaynak Samim Utkun olunca mukayese imkanı kalmıyor. Aynı şey burada da kendini gösteriyor: Vehip Sinan, Ferdi Sayışman, Turhan Selçuk, Oğuz Alplaçin vefat ettiler. Adnan Bey yaşıyormuş, sahiden de doğrusunu o anlatsa bile bu kadar insan bir iddiada bulununca ben doğru-yanlış tartışmasına giremiyorum. Çeşitli iddialar var demek durumundayım.

Özel not: Red Kit ismiyle ilgili tartışmalardan facebook hesabıma-zaman tünelime yapıştırılan bir bağlantı sayesinde haberdar oldum. Bağlantıyı paylaşan İsmail Kar'a teşekkür ederim. Bu vesileyle Yener abiyle haberleşmiş olduk.

[Yazıyı 2013 yılında yazmıştım, tekrar soruldu veya sorun edildi diyelim, yineliyorum.]

Yazan: Levent Cantek
Kaynak: Cantek'in derinhakikatler.blogspot.com'da yer alan blog postu. Benim de merak ettiğim bir konuydu, isim babasını uzun süre Ferdi Sayışman biliyordum, başka isimler de varmış. Unutmamak ve yazıyı kaybetmemek adına kendi blog'uma da almak istedim.

17 Mayıs 2020 Pazar

Highway 61 Revisited Kitabı Üzerine

"Yorucu on kıtadan sonra finalde enstrümantal kısım girer, uzun mızıka solosunu -Dylan'ın Highway 61'deki en uzun mızıka solosudur- McCoy'un gitarı destekler, ikili Batı ve Apalaş Dağları'na has baladları aynı frekansa taşıyıp, eve dönüşü hissettiren, şarkıyı insanın hasreti kadar eski, müziğin doğuşu kadar tarihi bir acıyla hüzün bahşeden bir uyum içindedir. Son birkaç üfleyiş ve final pena vuruşuyla şarkı biter, bu albümde ilk defa ve sadece bu şarkıda ses yavaşça alçalarak kesilmez, kendi doğal akışında bir anda sonlanır."


Enfes bir inceleme. Genellikle üzerinden epey zaman geçmiş ve kült statüsüne ulaşmış popüler kültür ürünlerinin üzerinde artık dağıtılamaz ve biraz da yapay bir "efsane" kilidi bulunur. Bu nedenle de üzerine yazılıp çizilen şeyler o ürünün özüne sanki pek ulaşamaz, o efsane titrini dağıtmayarak fazla yararlı olmayan bir güzelleme yaparlar ancak, dışarıdan bakarlar. Ancak yazar Polizzotti böyle bir üslup belirlemeyip albümün olayını en içeriden, en dürüst ve en ayrıntılı şekilde yeniden örmüş. Bob Dylan'ı bir ikon olarak üst yere konumlandırıp geri kalan nesnel bilgilerle de uğraşabilirdi ancak Dylan'ı da çevresinden, hassasiyetlerinden, babasıyla olan ilişkisinden, uyuşturucu bağımlılığından, Joan Baez'e olan bariz kötü davranışlarından, ikili ilişkilerinden mürekkep bir karakter olarak yeniden görünür kılmış ve albümde yer alan-almayan her bir şarkının hikayesini bu Dylan ile çok isabetli bir şekilde eşleştirmiş. Okurken Bob Dylan'ın, en sürreal sözlerinde bile aslında yaşadıklarını ve gözlemlerini yazdığını bir kez daha görebiliyorsunuz.

Bunun yanısıra esaslı Dylan fanlarının bile -bence- bilmediği pek çok ayrıntı da sevindirici bir unsur. Desolation Row'daki solo gitarın aslında Michael Bloomfield değil de Charlie McCoy'a ait olması, Dylan'ın Joan Baez'in kardeşi Mimi ve eşi Richard Farina ile ilişkisi (Crawl Out Your Window'un direkt Farina'ya gönderme amaçlı yazılmış olmasının anlatıldığı kısım metnin zirve noktalarından biri), prodüktör Tom Wilson'ın kayıtların ortasında Bob Johnston ile değiştirilmesi gibi bilgiler uzun süredir Dylan ile haşır neşir olan benim için de taze bilgiler oldu. Gitarist olarak kayıtlara katılan Al Kooper'ın tesadüf eseri klavyeye geçişi gibi artık klasik olan hikayeler de yine burada yerini alıyor.




Bir müzisyeni direkt olarak albümleri dışında kitaplar, röportajlar veya biyografiler üzerinden de takip etmenin insanı müziğin kendisinden uzaklaştırıp uzaklaştırmadığını, müzisyeni (hatta herhangi bir sanatçıyı) neredeyse bir obje haline getirip getirmediğini ara sıra kendime sorsam da bulduğum cevap genellikle gayet olumlu oluyor. Dylan'ı da hakkında üretilen her şeyle bir bütün olarak tecrübe etmeyi seviyorum. Kendisi bundan pek hoşlanmasa da Dylanoloji gibi bir kavramın bile ortaya çıkmasına elverişli bir karakter olduğu gerçek.

Bu kitap, orijinalinde 2003'te başlayan ve her bir cildinin tek bir albümü anlattığı 33 1⁄3 serisinden. Mart 2020 itibarıyla 144 albüme ulaşan ve Kanye West'ten Guns N Roses'a pek çok farklı türü, sanatçıyı kapsayan bir seri bu. Bizde Kara Plak Yayınları seriye bu kitapla girdi ancak kendilerinden öğrendiğim kadarıyla devam etmeyecekler maalesef. Türkçe müzik kitaplığı için bayağı güzel bir iş olurdu.