13 Ekim 2010 Çarşamba

Sandık İçi Ve Ersin Karabulut


Ortaokul yıllarıydı;hormon azgınlığıyla orantılı olarak sivilcelenmiş yüzler,kocaman mavi ceketler,makyaj denen olayı yeni yeni keşfetmeye başlayan saçları toplu kızlar,muhabbetleri top ve iki toptan öteye gitmeyen çirkin erkek çocukları...çocukluk masumiyetinin çoktan kaybolduğu ama gençliğe de adım atıldığının pek de söylenemediği küf kokulu bir geçiş dönemi...

Tüm bunların arasında kalmış ben ise,2005'te Gırgır dergisinde kıçkırık karikatürlerimin arada sırada yayınlanmasıyla başlayan mizah sevgimi 8.sınıfta Penguen okumaya başlayarak taçlandırmış idim.Öncelikle Sandık İçi denilen bölge ve Ersin Karabulut insanı dikkatimi cezbetmişti.Penguen'i takibe devam ediyordum,Sandık İçi ise hep en çok zevk alarak okuduğum köşe oluyordu.Birkaç hafta sonra 'Sandık İçi' nin albüm olarak yayınlandığını okudum.O sıralar 'albüm' gibi kavramlara yabancıydım(bir ortaokulludan ne bekliyorsunuz ki?),bu kitabın ise Ersin Karabulut'un haftalık köşelerinin derlemesi olduğunu sonradan öğrendim.E aldım kitabı.

Okumaya başladığımda şunu anlamam çok sürmedi:Sandık İçi benim için,bir katile verilen silah,bir yönetmenin kamerası,bir ajanın sahte kimliği,hatta Peter Parker'ın kazandığı örümcek gücü ile eşdeğer bir şeydi.Büyük bölümü küçük yaşlarda dolmasına rağmen daima içinde yaşadığımız sandıklar.Küçük sanılan şeylerin aslında kendi çapında kocaman travmalar olması.Saman kağıda çizgiler ve mürekkep birleşmiş,o sıralar uyku halinde olan bu çocuğun(ben oluyorum)ufkunu açmakla kalmamış,içini de hayatında ilk defa benzediği birini bulmanın mutluluğuyla doldurmuştu.Ersin Karabulut,çok yakın geliyordu,buralarda mı oturuyordu acaba?
Sayfalarca karakalem çalışma,hiç de göründüğü gibi değildi,su gibi akıp gidiyorlardı.Hayatı incelemeye başlamıştım galiba.Daha fazla sorgulamaya.O sıralar bir ortaokullu olmanın da yardımıyla içindekileri açıklayamayan ben,bu kitapta kendimi ve kendimi nasıl ifade edebileceğimi gördüm.Güneşi gördüm!

Yıllar ilerledi,değil ortaokul,lise bile bitti.İyi de oldu; hiç sevmezdim okulumu.Bu arada Ersin Karabulut adlı sıkı insan ve arkadaşları Penguen'den ayrıldı,Uykusuz'u kurdu.Ben de boş durmadım,birazcık da olsa ilerlettim çizmeyi.Hatta Uykusuz'a gidip Ersin Karabulut'la da tanıştım,Sandık İçi'ni imzalattım.Dedim ya,yıllar geçti.Sandık İçi ve Ersin Karabulut'un o albümdeki çizgileri hala değerini koruyor benim için.Bak bu değişmemiş.Şimdiki Ersin ve köşesi ne kadar o yıllarınkinden farklı da olsa(hatta bozdu bile diyebiliriz-tabi artık kendi dergilerinde olmanın rehaveti bu-maalesef),o kitabı açtığımda o yıllara dönüp,o mal çocuğu tekrar görebilmek güzel.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Depresifli Mepresifli Yazı

Böyle olacağını biliyordum tabi,ama etkilerini hissetmek ayrı bir olay.Aslında somut birşey de yok,etki dediğime falan bakmayın.Zaten soyut olayı olmasa(duygusuz olsak yani),herşey daha kolay olmaz mıydı?Kendimi feci halde American Beauty'deki uçan poşet gibi hissediyorum artık.Günümüz gençlerine biçilen standart maddelerin hiçbiri adımın altına yazılamaz sanırım(sanatlı şekilli cümle).Yani,böylesine kabul görmemiş olmayı,tüm günü zihnimde hapis bir şekilde geçirmeyi,tüm hayatımı(elimde olmadan)hayal aleminde geçirmeye başlamayı,cılız hayallere çok fazla bağlanmayı adet haline getirmeyi,neredeyse hiçbir zaman iyi niyetimin karşılığını alamamış olmayı kendime hiç ama hiç yediremiyorum.Tabi kendimin-olumlu anlamda-farkındayım,kendimi küçük de görmüyorum,gayet de sıkı bir insanım evet,ama bir şeyler ters gidiyor gibi sanki.Bilemiyorum.Artık küçük değilim ki,korkmaya başladım.Yalnız bir ihtiyar olarak bir duvar dibinde ölüp gitmekten korkuyorum.Belki abartı gelebilir bu örnek,ama ruh halim bunu söylüyor.Şerefsiz ruh halim.Başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi zaten.Pis herif.


Annem ve babam,beni anlaması gereken başlıca insanlar yani.O kadar 'çizer olacağım' diye net bir şekilde belirtmeme rağmen,durumu hala kavrayamamış haldeler.Bu yüzlerce çelişkiden biri yalnızca.Off, sıkıntı o kadar cisimsiz bir form ki,kelimelere dökmeye çalıştığınızda etkisini yitiriyor,sıradan ve nesnel cümlelere hapsoluyor işte(tamam ben de iyi yazamıyor olabilirim ama bu bahsettiğim de yalan değil hani).İnsan ne kadar kabul görürse o kadar mutlu olur.Budur.Arkadaş çevresi olan biri mutlu ise bu,gayet kabul görmüşlüğünün bir sonucudur.Ona ihtiyaç duyan insanların varlığının işaretidir bu,değil mi?


Geçende lise yıllığıma göz atıyordum.Neredeyse tüm kişilerin sayfaları ne kadar vazgeçilmez oldukları,beraber takıldıkları kişilerle ne denli unutulmaz anlar(birbirinden görkemli epik destanlar)yaşadıklarının minik kompozisyonlarıyla dolu.Ha kıskanıyor değilim tabii ki,hatta epey gülüyorum,sorun bu değil.Ama yine de benim sayfam,yalnızca iyi hayat dilekleri ve zorlama samimiyetlerle doluyken,pek iyimser olamıyorum.Msni yalnızca sağ köşeyi doldursun diye kullandığımı farkedince iyimser olamıyorum.Çalıştığım konunun testinde bir sürü hata yapmam iyimser bir olay değil.Hayatımın tek oyuncusu olmanın isyanı beni iyimser kılmıyor.Gözlerimin altı çizgi çizgi oldu,iyice Cahit Sıtkı'ya bağladım.Dylan gitarını tıngırdatıyor:Blood In My Eyes...Uyuyamıyorum,fincan fincan kahveler üzerime(istemeden) kuşanmış olduğum etiketlerden birini daha ekliyor yalnızca:kahve bağımlısı.


Aslında ufak şeylerden mutlu olabilen biriyken bu durumda olmanın ironisi midemi bulandırıyor.Sistem,tarama ucunu bırak,0.7 uca bağlan diyor.Çok uykum var...bu yaşta bel fıtığı olmak da hiç katkı sağlamıyor doğrusu.Her yerim ağrıyor.Hasta oluyorum bir de sanırım...peçeteler artık yoldaşım...Ah......İhtiyacım olanın ne olduğunu biliyorum,aslında çok basit:Bir .... Sadece.