30 Aralık 2011 Cuma

2011 Albümlerim

2011 de geçti gidiyor.Hayatımın çoğu dönemini, o sıralar dinlediğim şarkılarla hatırlarım genelde.Adamı yerine göre aniden hüzünlü ya da neşeli zamanlara götürüverirler.Aşağıdakilerin içinde de bunlardan olur mu, onu zaman gösterir artık...

1)Tom Waits - Bad As Me (2011)


O bir story-teller, bir şarkı yazarı, şair, burada yaşasa Tekel'in en sevdiği müşterisi, bazen de dünyayla en şairane biçimde taşak geçen adam... Tom Waits uzun sayılabilecek bir aradan sonra yeni stüdyo albümü 'Bad As Me' ile geldi bu yıl. İyi ki de geldi, puslu sesinden hikayelerini dinlemeyi özlemişim: Bad As Me ile çılgın atan, Kiss Me ile sevgilisinin dudağına yabancılaşan, Last Leaf ile rüzgâra direnen yaprak olan, baladıyla balgamıyla Tom abimiz, beklediğime değdi dedirtti bana. Bu yılın en sevdiğim albümü.

2)The Like - Release Me (2010)


The Like, şirin hanım kızlarımızdan oluşan şirin bir grup. Sanıyorum ki plak şirketleri tarafından, insanların nostalji ihtiyacını karşılamak üzere şarkı kaydettirilmiş kendilerine. Çünkü 60'larda genç bir kız olsam, okuldan gelip yatağıma uzanarak bu şirin şarkıları dinlemek isterdim galiba :)

3)Bryan Adams - Reckless (1984)


Geçen yılki tanışmamızın ardından Bryan abiyi daha çok dinlemeye başladım. Reckless, Everything I Do gibi baladlarından bildiğimiz Bryan Adams'ın aslında baya rock'n roll bi adam olduğunu gösteriyor. Summer Of '69 burda mesela, ve tabi ki Heaven. Özellikle Heaven'ın yeri bende ayrı.

4)Portishead - Dummy (1994)


Play tuşuna bastım. Ağıt yakan bir kadın sesi beni sırtımdan yakalayıp göğün soğuk kısımlarına kadar çıkardı, ve her şarkının sonunda da birden aşağı bıraktı. Evet, Portishead dinlemek için dört ayak üzerine düşmeyi bilmek gerek. Mutluyu depresif, depresif olanı da melankolik yapacak ayarda bir tarzları var.

Not: Bunalıma girmek istemiyorsanız dinlemeyin.
Not 2: Solist hatun tüm grupla yatıyormuş.

5)Norah Jones - Not Too Late (2007)


Norah Jones eskisi gibi ağır caz albümlerinin yokluğundan faydalanmış, rakipsiz, sakin sakin yoluna devam ediyor. Aslında çok olumsuz bir şey değil bu söylediğim,ama bir damar yakalamış ve tuttuğunu görünce yeni şeyler denememiş gibi.Not Too Late ve önceki iki albümünü de sırayla dinleyebilir ve arada hiçbir fark olmadığını görebilirsiniz.Yine de hakkını çok yemeyeyim, bu sefer arada yaylılar kullanmış, ıslık falan çalmış :) Tabi, yine de huzurla dinlenir. Norah Jones da çok şirin bu arada.

6)The Pretty Reckless - Light Me Up (2010)


Gossip Girl'de oynayan Taylor Momsen'ın grubunun ilk albümü. Ama taş gibi bir ilk albüm, eğer hanım(!) kızımız Taylor bu şarkıları cidden kendi yazıp bestelemişse aferin diyorum, bayağı sağlam bir iş çıkarmış grubuyla beraber. Akılda kalıcı şarkılar ve sesörgüsü hakim, onu geçtim 'Make Me Wanna Die' diye gerçek bir hit var burda. Güzelce dinlenir bu.

7)Lou Reed & Metallica - Lulu (2011)


Lou Reed sevmem. Metallica'yı biliyorsunuz. Bunlar Metallica'nın Hall Of Fame gecesi birlikte çaldıklarında gayet beğenmiş ve 'bunlar birlikte bi albüm yapsa güzel olur yahu' diye iç geçirmiş, ortak albüm haberini alınca da doğal olarak heyecanlanmıştım (lan keşke başka bişey isteseydim) . Albümden hayal kırıklığı yaşadım desem yalan söylemiş olmam herhalde.
Bir defa ortaya çıkan şey müzikal, ahenkli bir ortaklık değil. Sözler açısından da bir uyum yok. Galiba bu durum Reed sevmememden kaynaklanıyor; Lou dede söylemiş, Metallica altına fon yapmış, James hep arka planda kalmış mesela. Şarkıların sözlerine pek bakmadım,ama dinlediğim kadarı sevmemem için yeterli oldu. Böyle ummamıştım.

8)Zaz - Zaz (2010)


Bu senenin parlayan grubu Zaz'ı ve Je Veux'lerini duymayan kalmadı galiba. Klasik Fransız ezgilerini kullanması ve bayağı pazarlanması gibi nedenlerle tipik popüler kültür örneği gibi dursa da(piyasa), ben severek dinledim.Hatta bayağı severek dinledim.Güzel bir şeye güzel diyebilmek lazım.

9)Lenny Kravitz - Black And White America (2011)


It's Time For A Love Revolution pek beğenilmese de ben beğenmiştim.En azından Lenny-vari tumturaklı sözler ve gitarlar vardı,enerjik geliyordu kulağa.Ama Lenny dayımız bu sefer mayayı tutturamamış gibi.Albüme nedense garip bir 70'ler sound'u hâkim, gereksiz klavyeler, zenci vokalleri,riffle ritm arasına sıkışmış melodiler...Tom Waits'in aksine bizi beklettiğine pek de değmemiş be Lenny diyeceğim.Çok olumsuz oldu,tabi ki Lenny Kravitz albümü sonuçta, yine beğenerek dinlediğim parçalar da oldu ama genel olarak pek sevmedim.


10)Bob Dylan - Positively West 52nd Street (2010)


Yine bir Bob Dylan konser kaydı,ama bu sefer geçen sene dinlediklerimin aksine resmi bir albüm değil bu.Dylan'ın sitesine baktığınızda göremiyorsunuz, korsan bir kayıt yani.Bob Dylan'ın 1994'te Roseland Ballroom adlı mütevazı bir mekanda (ki kendisi de ufak,kapalı yerleri büyük,stadyum konserlerine tercih eder) iki gece üst üste verdiği konseri içeriyor,tabi ki Never Ending Tour dahilinde. Never Ending Tour, Bobinin 1988'de başlattığı ve hâlâ sürdürdüğü turne.Tur kadrosu basçı Tony Garnier hariç zamanla değişti,buna bağlı olarak ortaya çıkan sound da öyle,ama yılmaz adamımız 70'ine gelmesine rağmen yılda ortalama 100 konser vererek 'misyonunu' sürdürüyor.

Neyse albüme dönelim; her zamanki gibi, bilindik şarkılarını bilinmedik şekilde icra etme durumu var, biraz umursamaz ve özensiz bir Dylan vokali var (mesela aynı yıl içinde kaydedilen Mtv Unplugged da daha özenli söylediğini görüyoruz), grup ve seyirci canlı. Bob Dylan'ın ileride daha çok böyle kaydı piyasaya düşecek tahminimce (güzel de olucak o ayrı). Tabi bu konser albümü de bir Live 66 ya da Live 75 değil, farkındayız.


Not: Geçen seneki listeme şurdan ulaşılabilinir.

2011 benim için hayatımın en önemli yıllarından biri oldu. Pek çok şey yaşadım, güzel şeyler, güzel olmayan şeyler..

'Mutlu' yıllar...

3 Aralık 2011 Cumartesi

Şehrin Duvarları

Şehre ünlü bir sanatçı konser vermeye gelecektir.Çiçeklerin yüzünü güldüren bir soprano,piyanosunun tuşlarıyla kuşların göç yollarını çizen bir virtüöz ya da kulislerini viskiyle yıkayan ünlü bir rock grubu.Gazeteler bu olağanüstü konserin haberini aylar öncesinden duyurur.Dergilerde söyleşiler yayımlanır.Televizyonla reklamları ezberletene kadar gösterir.Şehrin duvarları,otobüs durakları,duvar panoları ilanlarla süslenir.Boy boy,çeşit çeşit ilanlar,o gecenin ne kadar inanılmaz olacağını,o geceyi kaçırırsak neleri kaçırmış olabileceğimizi anlatırlar.


Sonra gelir o gece.Gelir,geçer.Konser biter.


Ertesi gün bütün gazeteler olağanüstü konserin ayrıntılarını,sanatçının kuliste yaptıklarını,halkın nasıl da kendinden geçtiğini yazar.Belki bir sonraki gün bir röportaj,bir televizyon programı...O kadar.Sonra biter,konserin ışıltısı kaybolur.Ama o ilanlar bir süre daha duvardaki yerlerini korurlar.Üstlerine bir başka konserin ilanları ya da bir reklamın görüntüleri yapıştırılana kadar.Beynimize kazınan o görüntüler,bir şeylerin altında kalmıştır artık.Arada bir yenileri kazındıkça,alttaki afişler o olağanüstü konserin ilanları bize oldukları yerden gülümser,merhaba,derler.Birden o geceyi,nasıl eğlendiğimizi ya da neden gidemediğimizi hatırlarız.


Derken bir gün şehrin duvarları yıkanır ve bütün izler silinir.Artık o konser sadece anılardaki bir görüntü bir ses olarak kalır.Kimi zaman sohbetlerde hangi tarihte olduğu bile hatırlanamayan bir ses.Sadece bir-iki takıntılı meraklının ezberindeki bir görüntü.



O duvardayım ben de.Birilerinin hayatından bir anlık neşe,olağanüstü bir tat,görülmesi gerekli bir gösteri,eşine az rastlanır bir duygu olarak gelip geçiyorum.Sonra bir gün duvarlar yıkanıyor ve ben anılardaki yerimi bile koruyamıyorum.




Yekta Kopan

14 Ekim 2011 Cuma

Jim Carrey Ve Egosal Şeyler

Geçen günlerde Maske'yi izlerken birden kafama bi fikir dank ediverdi.Belki daha önce bir sürü insanın farkedip tartıştığı,eleştirmenlerin üzerine kafa yorduğu bi konudur,bilemiyorum...

Jim Carrey filmlerinde hep dolaylı/dolaysız kişilik çatışmaları var.Daha çok da bastırılmış duygu ve düşüncelerle yoğrulmuş alt benlik ve gündelik hayattaki üst benliğin çatışması bu.

Birkaç örnekle açıklamaya çalışayım bakalım:

1)The Mask

Bunun en kolay görülebileceği örnekle başlayayım,izlememişseniz bile eskilerden hatırlanan bi çizgiroman uyarlaması (bunu ben de yeni öğrendim) ,Maske.Çizgi filmi de vardı hatta.

Burda Jim'ciğimiz Stanley Ipkiss kostümüne bürünmüş,bankacılığın boğucu havasında sıkışıp kalmış,içindekileri bir türlü ortaya koyamayan,bu kısıtlı düzende yuvarlanıp giden,nerd denilenin bikaç gömlek altı bi adamdır.İçine atar da atar..Bu dumanlı düzeninden nehirde bulduğu Maske ile sıyrılır;bankada görüp hayalini kurduğu kızla dans eder,onu öper,kibarlık yapıp zorba dediğim herfilerle dalga geçer,donlarını kafalarına geçirir,hep içten içe sinir olduğu ev sahibinin feleğini döndürür vs. vs..

Alt benliği su yüzüne çıkar,kontolü ele geçirir yani.Maske sadece aracıdır.Yeşil ve koca kafalı bir ucube görünümü de sıkıcı 'modern insan' tiplemesiyle dalga geçer gibidir ayrıca. (Bu arada ne iyi etmişim be izlemekle)

2)Liar Liar


VCD'nin altın çağını sürdüğü zamanlarda cd'sini kiralayıp izlediğim bir diğeri;Yalancı Yalancı.Burda yine gündelik hayatta belli kalıplara sıkışmış bir Jim var,adı Fletcher Reede,bu sefer avukat kostümünde,eşinden boşanmış ama hala ona bağlı (ve tabi ki bunu ortaya koyamıyor),oğluna sevgisini gerektiği gibi gösteremiyor vs. vs. Yine bir kendini ortaya koyamama,içine atma durumu var yani.Burdaysa aracımız oğlunun doğum gününde dilediği 'babam hiç yalan söylemesin' dileği oluyor.

Tutan bu dilek sayesinde Fletcher tüm içinde sakladıklarını,kafasından geçenleri,yapmak isteyip yapamadıklarını (Carrey-mizahıyla tabi) pat pat yapıyor;eşinin peşinden gidiyor,işyerinde hep sinir olup-iş şartları(!) gereği-bunu söyleyemediği tiplere içindekileri vuruyor,oğluyla ilgileniyor,(tabi filmden de dürüstlüğün önemini öğreniveriyoruz),günü kurtarıyor vesaire.Alt benliği bu sefer dilekle su yüzüne çıkıyor,üst benliğini yeniyor yani.Etti mi bi tane daha.

3)The Number 23

Şimdiki benim Jim Carrey'e en çok yakıştırdığım rollerden biri,Walter Sparrow kisvesi altında bu sefer,diğerleri kadar net olmasa da görülebilir bi durum var.Kazadan sonra hafızasını kaybetmiş bir adam,ama kazadan önceki benliği hala içinde yaşıyor,onu keşfettikçe deliriyor adamımız,içinde saklı olan onu yine buluyor...Korku filmi metni yazar gibi oldu ama durum bu,karanlık hikaye.Aslında burda alt benlikten çok neredeyse şizofreniye giden bi olay var ama kişilik çatışması mı,evet.

4)Me,Myself & Irene

Yine neredeyse Maske'deki kadar karikatürize ve göze çarpan bir karakter savaşı.Charlie Baileygates birlikte yalnız yaşadığı oğulları tarafından çok saygı gören ideal bir baba,düzeni koruyan bir polistir-şu Kanada polislerinden,zaten Jim Carrey de bir Kanadalıdır-ama dışarıda neredeyse şamaroğlanı muamelesi görür.Ayrıca da duyarlı biridir,çevreye zarar verenleri de hep görür ama bişey diyemez..

Ve bir noktadan sonra içinde biriktirdikleri yanardağ gibi patlar,artık dayanılmazlığın zirve noktalarında Hank Evans'a dönüşmektedir,yere sigara atanları pataklar,engelli park yerine park eden normal adamın arabasını parçalar,kendisine saygı göstermeyenleri döver,yani içinde tuttuklarını dışarı 'salar' yine.(Bu dönüşüm anları Jim'in yeteneğinden de güzel parçalar seyrettirir)

Öhöm,alt-benliğin dışarı fışkırmasına ve oluşturulan gündelik benliği yenişine güzel bir örnek daha...

5)The Truman Show

En sevdiğim Jim Carrey filminde de bu tarz olmasa da bir kendini buluş var,değinmeden geçemiyorum:Truman Burbank,hayatı tv şovu olan adam,ama kendisi bunu bilmez vs..Filmin sonunda kendi için yaratılan(!) yapay hayatından sıyrılıp yeni bir dünyaya,yine kendi yapay kişiliğinden,tırnaklarıyla kazıyıp ulaştığı asıl kimliğine uzanır...Bütünlüklü bir karakter yoktur yine.

Yes Man'de(Bay Evet) katıldığı konferansın önerisi olan 'her şeye evet de' mantığıyla,Bruce Almighty'de ise(Aman Tanrım) 'tanrı' göreviyle yine ve yine alt benliğinde saklı olanları ortaya koyar,varolan düzenini yıkar.Örnekler çok gerçekten..

Bu yeni keşfettiğim şey bana epey ilginç geldi.Yani acaba senarist veya yapımcılar bunu bilerek mi yapıyor 'bu adam hep böyle komiklikle götüremez,biz buna bi alt metin,bi derinlik kazandıralım' diye,yoksa Hollywood mu böyle senaryoları direkt Jim Carrey'e götürüyor bilemiyorum,ama cidden var böyle bi durum ispatladım da eheh...

Neyse,sen ne güzel bi adamsın cidden ya.Filmlerinde kişilik çatışması,hayvan dedektifi,noel,trajik yaşam öyküsü...ne işlenirse işlensin ben yine izlerim seni.Hatta hiç ölme sen.Ve komedi aktörü denmesine sinir oluyorum,The Majestic'te,The Truman Show'da,The Number 23'te,Eternal Sunshine Of The Spotless Mind'da nasıl dram oynanır ders verir sanki...Ee,evet böyle işte.














10 Eylül 2011 Cumartesi

Green Lantern/Yeşil Fener


DC Comics Superman ve Batman'den sonra sinemaya bir kahramanını daha taşımış,iyi etmiş.Zaten Marvel'ın neredeyse tüm önemli karakterlerini sinemaya uyarlayarak genişlemesine,Batman ve Superman'i tekrar tekrar çekerek değil,çoktan böyle yeni işlerle karşılık vermeleri gerekiyordu zaten...Türkiye'de daha önce yayınlanmadığı için buralarda pek bilinmeyen (açıkçası ben de birkaç sayı hariç düzenli olarak bir hikâyesini takip etmemiştim daha önce) bir öykü bu: Green Lantern.

Efenim,galaktik bir koruyucu güç birliğimiz var;Green Lantern Corps.Bu arkadaşlar güçlerini,gücünü evrenin irade gücünden (ki yeşil) alan yüzüklerden alıyorlar.Bulunabilen neredeyse her ırktan,yüzüğü taşımaya muktedir olanlar oluyor.Filmde görebildiğimiz üzere;iradenin zıttı-ve dolayısıyla düşmanı- da sarı renkle imgelenen korku.


Filmin geri kalanı aslında bilindik süper-kahraman-filmi tadında.Ama çizgi romandaki irade-korku olayı en baştan hoş bi derinlik kazandırıyor.Bir de hayal gücünün gerçek silah olması olayı var tabi,aslında çizgi romanına hâkim olmadığım için çok anlatamadım,anladınız siz.Görsel efektleri de beğendim bayağı.

Ha bir de insan ırkına yapılan göndermeler de hoşuma gitti.Örnek:

-Kilowog:Bunlar insan ırkı.Kendilerini evrenin merkezi sanıyorlar.

-Hal Jordan(esas oğlan):Sakin olun,benden henüz ne bekliyorsunuz ki? Kendimizi evrende yalnız hissediyorduk.

Ama sonunda dünyayı kurtaran da insan ırkı oluyor değil mi sonuçta? Heheh evrenin merkezi yine biziz yani :)


'Yazılmaya değer tek şey kendiyle çelişen insan kalbidir' diyen yazar William Faulkner bu evreni tanısa hoşuna giderdi galiba.Belki de ucundan okumuştur,bilemedim.

Bir de andları var bu arkadaşların,pazartesi ve cuma sabahları istiklal marşından önce okuyolarmış:

in brightest day,in blackest night,
no evil shall escape my sight.
let those who worship evil's might,
beware my power...green lantern's light!


24 Ağustos 2011 Çarşamba

Başlık Bulamadım.


Hayat saçma ,akıldışı ve mantıkdışıdır fakat bütün bu anlamsızlığa rağmen insan herşeye rağmen hayattan zevk almalı , mutlu yaşamaya çalışmalıdır. Albert Camus

İşte bu.

Anlamlı yaşamayı seçmek lazım.

Aslında hayat gerçekten saçma,akıl ve mantık dışı mı bilmiyorum ama böyleyse bile zevk alınıp mutlu olunabilecek yığınla şey olması bunu fazlasıyla gizliyor.Fazlasıyla.

Sevmek,sevgi ve aşk bunların en başında geliyor hâliyle.Hayatın bir anlamı varsa o da sevgide yatıyor sanırım.Öğrenmek,keyif almak,okumak,dolaşmak...Yığınla şey.

Bir bilgisayar oyunu oynayalım,zombi oyunu olsun hatta.Ya da sevdiğimiz şarkıcının son işini dinleyelim,kitaplıktaki beklettiğimiz kitabı alıp okuyalım...Mutluyuz bile,çok da uğraşmadık hatta.

Zor değil yani.Bunlar güzel şeyler.

Not: Durduk yere hayatın anlamı falan nerden geldi aklıma bilmiyorum.Heh.




30 Haziran 2011 Perşembe

Darkwing Duck: Sanki Biraz Underrated Bir Kahraman


Aniden aklıma düştü geçenlerde.Gerçekten de kendine has konuşması,tavırları,sidekick ve villainleriyle hatırlanası bir karakterdi Darkwing Duck.Şimdi bi daha göz gezdirince baktım ki resmen Batman parodisiymiş hatta...Bizde de kısa bir süre gösterilmesine rağmen hatırı sayılır bi kitlesi olduğunu sözlüklerden öğrenmiş bulunuyorum(yalnız değilim eheyt).Çizgi filmi tamam da,ben daha çok atari oyunundan hatırlıyorum sanki(oynadığım en iyi oyunlardan biriydi ama).

Böyle sevilesi olmasına rağmen ben hakettiği değeri göremediğini düşünüyorum,Disney bu projeyi araştırdığım kadarıyla sadece çizgiroman olarak sürdürüyor,ama neden bununla sınırlı onu da çözebilmek mümkün değil(şöyle hoş bir sinema filmi çekilebilir-internette Christopher Nolan'ın yöneteceği bi filmden bahsedilmiş ama büyük ihtimalle şakadır),dedim ya,belki de en sevdiğim Disney karakteri buydu.Ama kısa süren yayın tarihi(Amerika'da 91-95 arası yayınlanmış,bizde yanlış hatırlamıyorsam 90'ların sonu) ve daha sonra da bildiğim kadarıyla gün yüzüne çıkmamış bu çizgi-film,diğerlerinin arasında biraz underrated kalmış maalesef.En azından bizde.

İşte düşmanlarına savurduğu repliklerden bazıları:


Ben gecenin içinde kanat çırpan terör,

Ben gözlerini yaşartan soğan,
Ben senin trenini raydan çıkaran makas,
Ben anahtarı uzağa atan gardiyan,
Ben tahıl kutusundaki sürpriz,
Ben sırtından boşalan soğuk terler,
Ben kabuslarında seni kamçılayan kanatlı kırbaç,
Ben füme istiridyeyi fümeleyen duman,
Ben senin sinüs dalgandaki en alt nokta,
Ben sana F veren not eğrileri,
Ben sana musallat olan hazır fast-food,
Ben tam kafana inen su balonu,
Ben ikinci makaradaki filmin sonu,
Ben adalet arabasındaki taksimetre,
Ben fiskeleyemediğin pire,
Ben damarlarını tıkayan kolesterol,
Ben begonyalarında iz bırakan sümüklüböcek,
Ben seni kupür odası katında bırakan editör,
Ben senin çanını çaldıracak saat temizleyicisi,
Ben her dünyadaki her kültürün ihtiyaç duyduğu kahraman,
Ben ayakkabına yapışan sakız,
Ben seni gece saat 3'te uyandıran yanlış numara,
Ben yargıç tulumunun üstündeki quartz taşı,
Ben silinmez leke,
Ben dahil olmayan piller,
Ben senin veranda ışığını arayan pervane,
Ben seni yolda bırakan bozuk buji,
Ben senin alıcılarını bozan telsiz radyo operatörü,
Ben ulaşamayacağın yerdeki bozuk lamba,
Ben kullanılan her çekteki 10 dolar komisyon,
Ben kolayca kurulan salıncak setindeki kayıp parça,
Ben suçluların ayağında çıkan şeytan tırnağı,
Ben gerçekten önemli bir randevu gününde oluşan sivilce,
Ben elinin ulaşamadığı yerdeki kaşıntı,
Ben garanti süresinin dolduğunu söyleyen tamirci,
Ben otobüste yanında oturan acayip geveze,
Ben ruhunun karatahtasını gıcırdatan tırnak,
Ben dişine yapışan ıspanak,
Ben şer bahçesindeki ot yolucusu,
Ben hesabındakinden fazla tutan çek,
Ben rezillik ayakkabısındaki çakıl,
Ben çok imza atmaktan ucu kırılmış kurşun kalem,
Ben bütün kadınların çıkmak istediği tek kariyer adamı,

Ben Darkwing Duck!
('kendine has konuşması' diye boşuna demedim:)

Atari oyunu kadar bende yer eden şey ise süper cingılı.(Zaten böyle efsanevi çizgi filmlerin cingılları da efsanevi oluyor.)Şu an dinlenebiliyor olması lazım.Görüşürüz gecenin içinde kanat çırpan terör!


5 Mart 2011 Cumartesi

Backstage With Bob Dylan

Çizgi filmlerin bu tarz ekstralarına bayılıyorum:) Eğlenceli bir tanesi Family Guy'dan geliyor :


25 Şubat 2011 Cuma

Gary Moore Gidince...

Biraz geç oldu ama en sevdiğim blues gitaristlerinden Gary Moore'un hayatını kaybetmesi onu bir gün canlı dinleme hayalinde olan şahsımı gerçekten üzdü.

'Still Got The Blues' sadece şarkı olarak değil,şarkının adını verdiği,Gary'nin blues'a dönüş yaptığı albüm de bana rock ve blues'u sevdirmişti.Elektro gitarın hız ve teknikten ödün vermeden böylesine duygulu olabileceğini o herkesin bildiği harika slow parçalarından öğrendim(Parisienne Walkways ve Still Got The Blues dışında Wild Frontier albümündeki The Loner da bizim düğünlerde bolca çalınmış,adı bilinmeyen taş gibi şarkılar listesine girmiştir).

Uzun solo kariyerinde hiç boş durmamış,mütevazılığını koruyarak efsane şarkılara imza atmış ve kendini yenilemekten de geri kalmamış,gerçek bir müzik adamıydı Gary Moore.

Sadece gitarı değil,sesi de şahane olan abimiz blues hakkında ise şunları demiş zamanında:

“Blues, müzikte samimiyet ve gerçeği aynı yerde bulabileceğiniz nadir alanlardan biri. Bu yüzden saygılı olmalı ve bir şekilde bu alevin koruyuculuğunu yapmalısınız. Birlikte çalıdığım bir çok eski Blues’cu hayatta değil artık ve fazla yeni Blues’cu da pek yetişmiyor.”

E yetişenler de bir bir gidiyor be abi.Artık seni de (Alper Canay'ın deyimiyle) daha bir 'bluesy' dinleyeceğiz maalesef.Hoşçakal...

“Gary is over the hills and far away, and still got the blues “

24 Ocak 2011 Pazartesi

On The Road


Filminin çekildiğini duymak heyecanlandırdı beni.Geçenlerde okuduğum 'On The Road/Yolda 'nın tutkusu,heyecanı ve Jack'in deyişiyle 'yaşamak için çıldıranları' geldi aklıma.Jack ve Neal'la birlikte zaman ve düzenden soyutlanıp, 50'lerin kulüplerinde baba cazcıları dinlerken kadehleri yuvarlamayı, bebop plaklarını dinleyip koca kıtayı baştan başa katetmenin rüzgarını hissetmek istedim.Tekrar.

İnsan istiyor böyle şeyleri.Ama şimdi bakınca;o kadar ütopik görünüyor ki o yıllar,sanki başka bir evrende geçiyormuş,yaşanması imkansızmış gibi.70'lerin sonundan sonra kıyamet kopmuş,dünya yeniden inşa edilmiş gibi.Şimdilerin ruhsuz dünyasının gereksizliğini gözümüze sokar gibi.

Popüler kültür karşıtlığının alamet-i farikasının,karşı olduğu şeyin bir parçası haline gelmesi gibi.

(Kristin Stewart da oynuyomuş filmde,yok artık!)