Hayatın hayatla birleştiği, çiçeklerin rüzgârın koynunda çiçeklere karıştığı, kuğunun bütün kuğuları tanıdığı bir dünyada sadece insanlar yalnızlığa gömülüyorlar. Ruh yapıları, aralarına ne büyük mesafeler koymuş!
Antonie De Saint-Exupery // İnsanların Dünyası
25 Haziran 2014 Çarşamba
Bob Dylan @ Black Box Istanbul / 20 Haziran 2014
2010'daki şahane konserinin ardından "bi daha gelmez herhalde" diyordum ki, yeni bir konser haberi geliyor. Üstüne üstlük Soma olayı nedeniyle bilet fiyatlarının bağış için acayip düşürülmesi de ekstra bir güzellik oluyor. Derken biletlerimi alıyorum ve şu yeni mekan Black Box yollarına düşmüş buluyorum kendimi.
Black Box İstanbul her ne kadar Doğuş grubu (Şahenk) tarafından açılan bir yer olduğu için uzaktan olumsuz bir etki yaratsa da, gidince görüyorsunuz ki çok güzel bir konser mekanı. Üstü kapalı, karanlık ve tasarımına epey özen gösterildiği belli oluyor. (Bira için konser alanı içinde de dışarıda da ufak barlar var.) Tam da yutub'da Avrupa'da görüp beğendiğimiz konser mekanları gibi.
Konser öncesi orda burda yazanlarda hep aynı "eskiden çok ünlüydü, görmek lazım" mavalı vardı. Kitle dünkü Travis konserine göre daha çeşitli. Her yaş grubundan insan var, eski hippilerden olduğu belli olan teyze de var, Modern Times tişörtü giyen 11-12 yaşlarında bebe de. Arada şekil olsun diye gelmiş instagram çocukları da var tabi. Bunlar büyük ihtimalle "Bob Dylan gördüm" demek için gelmiş konsere. (Aynı geçen konserdeki gibi) Ama adamın bu kadar farklı kuşaktan insana hitap etmiş olmasını kendi gözlerinizle görmek ayrı bir güzellik.
Konser alanının normalde ayakta durulan saha içi kısmı oturmalı bu sefer. Görüş açısı iyi, mekanın tasarımı sadece konser ve sahne sanatları için ayarlanmış olduğu için seyirci sahneyi içine alıyor. Çok geçmeden alkışlar kopmaya başlarken (o duygu tarifsiz resmen) Dylan yine tam zamanında sahneye çıkıp en sevdiğim şarkılarından "Things Have Changed" ile şahane bir şekilde başlıyor. Her zamanki gibi koca şapkası, yanları çizgili pantolonu ve nostaljik siyah takım elbisesi, grup elemanları da kırmızı takımlar giymiş. (İnsanlarda saçmasapan bir muhabbet hâli, sürekli götünde kurt varmış gibi salona girip çıkmalar, bira peşinde koşmalar...Biraz diğer insanlara saygınız olsun lan instagram bebeleri! Bir öncekinde de aynı durum olduğu için garipsemiyor insan ama uyuz olunmayacak gibi değil.)
Son albüm Tempest ağırlıklı devam ediyor, arada Simple Twist Of Fate, Love Sick (en güzel çalınanlardan biriydi), Forgetful Heart (mükemmeldi) gibi güzellikler yapıyor. Bana sormayın, objektif olamayacağım bir konu varsa o da budur. Bu aralar nedense setlistleri hiç değişmiyor Dylan'ın, son zamanlarda birkaç değişiklik yapardı ama bu yıl her seferinde aynı seti çalıyorlar. Geçen seferde hayran kaldığım taş gibi grubunu bu sefer o kadar beğenemiyorum, çıkması gereken noktalarda yeteri kadar çıkmayıp, ritmi fazla değiştirmeyen bir hâlleri var elemanların. Gerçi bu durum Dylan'ın kafasına göre takılması da olabilir, zira gitarist Charlie Sexton sürekli Dylan'la göz teması kurmaya çalışıyor, sorumluluğu büyük garibimin.Yine de Dylan'ın setlisti geçen seferki gibi sadece 60'lar/yeniler değil, nerdeyse her döneminden parçalarını çalıyor. (Klavye yerine piyanoya geçmesi de yerinde bi karar olmuş ayrıyeten). Konser 20 dakikalık arayla ikiye bölünüyor, ilginç. Belki de yaşı nedeniyle artık uzun süreyi kaldıramıyordur.
Konseri All Along The Watchtower ve Blowin' In The Wind'le bitirirken benim de aralarında olduğum ufak bir kalabalık koltukları yok sayıp sahne önüne koşturuyoruz. En sevdiğim şarkılarından biri Blowin', ilk beşe rahatlıkla sokarım. Yalnız, gözüm resmen sıkılmış olan ve oturup telefonunda Candy Crush oynayan hatunun birine takılıyor ve kısa bir süre mavi ekran veriyorum. (Aslında sıkılıp gidenler de oluyor sonunu beklemeden.) Bob'la aramda 20 metre ya var ya yok. Vay anasını diye içimden geçirirken yine hiçbir şey demeden sadece seyircilere grubuyla beraber bakıp gidiyor.
Evet tabi ki gençliğindeki gibi değil, evet geçen konserden bir adım gerideydi ama yine de; bence Dylan'la alakası olmayan, blues-rock seven herhangi bir insan bile bu konserden keyif almıştır. (Arkadaşım "beklediğimin beş katı falandı, şaşırdım" diyor) Çok bilinen şarkılarını da çalmıyor evet, adam ne yaşarsa onu yazıyor, ne yazıyorsa onu çalıyor. (1979'da San Fransisco'da üst üste verdiği 14 konserde sadece son iki albümden, şarkı sırasını bile hiç değiştirmeden çalmışlığı var, yeni değil yani bu mevzu.) Biraz ne beklediğinize bağlı.
Tatmin olmuş bir şekilde çıkıp Levent metrosuna yetişiyoruz. Böyle ayinler resmen insanı hayatın içine en kolay sokabilen şeyler, huzur dolu bir his. Bu kadar insanın öyle ya da böyle aynı şeyi sevdiği, aynı şeyle ilgilendiği için bir araya gelmesi.
Neyse, en sevdiğim şarkılarının bazılarının da çalındığı gayet güzel bir Bob Dylan konseri oluyor... Ötesi var mı? (Beyond Here Lies Nothin' diyip kaçıyorum)
Black Box İstanbul her ne kadar Doğuş grubu (Şahenk) tarafından açılan bir yer olduğu için uzaktan olumsuz bir etki yaratsa da, gidince görüyorsunuz ki çok güzel bir konser mekanı. Üstü kapalı, karanlık ve tasarımına epey özen gösterildiği belli oluyor. (Bira için konser alanı içinde de dışarıda da ufak barlar var.) Tam da yutub'da Avrupa'da görüp beğendiğimiz konser mekanları gibi.
Konser öncesi orda burda yazanlarda hep aynı "eskiden çok ünlüydü, görmek lazım" mavalı vardı. Kitle dünkü Travis konserine göre daha çeşitli. Her yaş grubundan insan var, eski hippilerden olduğu belli olan teyze de var, Modern Times tişörtü giyen 11-12 yaşlarında bebe de. Arada şekil olsun diye gelmiş instagram çocukları da var tabi. Bunlar büyük ihtimalle "Bob Dylan gördüm" demek için gelmiş konsere. (Aynı geçen konserdeki gibi) Ama adamın bu kadar farklı kuşaktan insana hitap etmiş olmasını kendi gözlerinizle görmek ayrı bir güzellik.
Konser alanının normalde ayakta durulan saha içi kısmı oturmalı bu sefer. Görüş açısı iyi, mekanın tasarımı sadece konser ve sahne sanatları için ayarlanmış olduğu için seyirci sahneyi içine alıyor. Çok geçmeden alkışlar kopmaya başlarken (o duygu tarifsiz resmen) Dylan yine tam zamanında sahneye çıkıp en sevdiğim şarkılarından "Things Have Changed" ile şahane bir şekilde başlıyor. Her zamanki gibi koca şapkası, yanları çizgili pantolonu ve nostaljik siyah takım elbisesi, grup elemanları da kırmızı takımlar giymiş. (İnsanlarda saçmasapan bir muhabbet hâli, sürekli götünde kurt varmış gibi salona girip çıkmalar, bira peşinde koşmalar...Biraz diğer insanlara saygınız olsun lan instagram bebeleri! Bir öncekinde de aynı durum olduğu için garipsemiyor insan ama uyuz olunmayacak gibi değil.)
Son albüm Tempest ağırlıklı devam ediyor, arada Simple Twist Of Fate, Love Sick (en güzel çalınanlardan biriydi), Forgetful Heart (mükemmeldi) gibi güzellikler yapıyor. Bana sormayın, objektif olamayacağım bir konu varsa o da budur. Bu aralar nedense setlistleri hiç değişmiyor Dylan'ın, son zamanlarda birkaç değişiklik yapardı ama bu yıl her seferinde aynı seti çalıyorlar. Geçen seferde hayran kaldığım taş gibi grubunu bu sefer o kadar beğenemiyorum, çıkması gereken noktalarda yeteri kadar çıkmayıp, ritmi fazla değiştirmeyen bir hâlleri var elemanların. Gerçi bu durum Dylan'ın kafasına göre takılması da olabilir, zira gitarist Charlie Sexton sürekli Dylan'la göz teması kurmaya çalışıyor, sorumluluğu büyük garibimin.Yine de Dylan'ın setlisti geçen seferki gibi sadece 60'lar/yeniler değil, nerdeyse her döneminden parçalarını çalıyor. (Klavye yerine piyanoya geçmesi de yerinde bi karar olmuş ayrıyeten). Konser 20 dakikalık arayla ikiye bölünüyor, ilginç. Belki de yaşı nedeniyle artık uzun süreyi kaldıramıyordur.
Konseri All Along The Watchtower ve Blowin' In The Wind'le bitirirken benim de aralarında olduğum ufak bir kalabalık koltukları yok sayıp sahne önüne koşturuyoruz. En sevdiğim şarkılarından biri Blowin', ilk beşe rahatlıkla sokarım. Yalnız, gözüm resmen sıkılmış olan ve oturup telefonunda Candy Crush oynayan hatunun birine takılıyor ve kısa bir süre mavi ekran veriyorum. (Aslında sıkılıp gidenler de oluyor sonunu beklemeden.) Bob'la aramda 20 metre ya var ya yok. Vay anasını diye içimden geçirirken yine hiçbir şey demeden sadece seyircilere grubuyla beraber bakıp gidiyor.
Evet tabi ki gençliğindeki gibi değil, evet geçen konserden bir adım gerideydi ama yine de; bence Dylan'la alakası olmayan, blues-rock seven herhangi bir insan bile bu konserden keyif almıştır. (Arkadaşım "beklediğimin beş katı falandı, şaşırdım" diyor) Çok bilinen şarkılarını da çalmıyor evet, adam ne yaşarsa onu yazıyor, ne yazıyorsa onu çalıyor. (1979'da San Fransisco'da üst üste verdiği 14 konserde sadece son iki albümden, şarkı sırasını bile hiç değiştirmeden çalmışlığı var, yeni değil yani bu mevzu.) Biraz ne beklediğinize bağlı.
Tatmin olmuş bir şekilde çıkıp Levent metrosuna yetişiyoruz. Böyle ayinler resmen insanı hayatın içine en kolay sokabilen şeyler, huzur dolu bir his. Bu kadar insanın öyle ya da böyle aynı şeyi sevdiği, aynı şeyle ilgilendiği için bir araya gelmesi.
Neyse, en sevdiğim şarkılarının bazılarının da çalındığı gayet güzel bir Bob Dylan konseri oluyor... Ötesi var mı? (Beyond Here Lies Nothin' diyip kaçıyorum)
Etiketler:
20 haziran 2014 bob dylan istanbul konseri,
black box istanbul,
bob dylan,
konser,
Müzik,
never ending tour
12 Haziran 2014 Perşembe
Sinemadan Çıkmış Adam
X-Men Days Of The Future Past'i izledim. "Sinemadan çıkmış adam" hissiyatından fazlasını veren mükemmel bir filmdi.
Fotoğraf gibi çizimleri şahsen sevmem mesela. Önemli olan böyle bir şey yaparken, bir şey çizerken onu kendi tarzınca yorumlayabilmektir. X-Men de gerçek hayatı, sosyal olayları bir noktada kendince yorumluyor, onun bir alternatifini yaratıyor, en önemli özelliği bu. Özellikle insanoğlunun yeni bir tür, evrim karşısındaki durumu gibi mevzulara girmesiyle insanın içi titriyor. Burdan şuraya geçiyorum...
Filmden çıkınca markete gittim; üç beş bir şey aldım. Eğer bugün X-Men'i izlemeden bunları yapmış olsaydım, büyük ihtimalle bilmem kaçıncı kez yaptığım bir şey olduğu için sıkkın, söve söve yapacaktım bunları. Ama şu genç yaşımda güzel bir şeye tanık olmuş olmanın verdiği mutluluk sildi süpürdü hepsini.
Yani bu filmin de ait olduğu gibi, sanat, insan hayatını gerçekten katlanılır, hatta zevkli yapıyor. Bu noktada Woody Allen:
"Bende hep sanatsal yaratımın bir kurtarıcı olduğu hissi oldu. O olmasaydı, başka ne yapabilirdim bilmiyorum. Ama sanatsal yaratıcılık benim açımdan bir teselli de olmadı. Çünkü iş hayatın anlamı üzerine düşünmeye, varoluşun ıstırabı üzerinde kafa yormaya geldiğinde sanat bir cevap vermiyor, şahsen bana hiçbir cevap vermedi. Ama sanat sayesinde hayatımda büyük mutluluk yaşadığım bazı anlar olduğunu da biliyorum."
Cevaba çok gereksinimimiz de yok aslında, nihayetinde hepimiz ölüp gideceğiz. Ama güzel şeyler yaşama ihtimalimiz hep var, hep olucak. X-Men Days Of The Future Past, hayatta mutluluk yaşatan güzel şeylerden birisi mesela. Hep filmle, şununla bununla mı meşgul olmalıyız, sanmıyorum; bazen çok güzel bir-iki saat yaşayabilmek için bir sürü işe yaramaz zaman geçirmemiz gerekebiliyor, ama o kısa zamanlar sayesinde hayatın geri kalanına değer kazandırabiliyoruz, mutlu olabiliyoruz.
![]() |
Orijinal çizgi romanın ilk sayısının kapağı |
Fotoğraf gibi çizimleri şahsen sevmem mesela. Önemli olan böyle bir şey yaparken, bir şey çizerken onu kendi tarzınca yorumlayabilmektir. X-Men de gerçek hayatı, sosyal olayları bir noktada kendince yorumluyor, onun bir alternatifini yaratıyor, en önemli özelliği bu. Özellikle insanoğlunun yeni bir tür, evrim karşısındaki durumu gibi mevzulara girmesiyle insanın içi titriyor. Burdan şuraya geçiyorum...
Filmden çıkınca markete gittim; üç beş bir şey aldım. Eğer bugün X-Men'i izlemeden bunları yapmış olsaydım, büyük ihtimalle bilmem kaçıncı kez yaptığım bir şey olduğu için sıkkın, söve söve yapacaktım bunları. Ama şu genç yaşımda güzel bir şeye tanık olmuş olmanın verdiği mutluluk sildi süpürdü hepsini.
Yani bu filmin de ait olduğu gibi, sanat, insan hayatını gerçekten katlanılır, hatta zevkli yapıyor. Bu noktada Woody Allen:
"Bende hep sanatsal yaratımın bir kurtarıcı olduğu hissi oldu. O olmasaydı, başka ne yapabilirdim bilmiyorum. Ama sanatsal yaratıcılık benim açımdan bir teselli de olmadı. Çünkü iş hayatın anlamı üzerine düşünmeye, varoluşun ıstırabı üzerinde kafa yormaya geldiğinde sanat bir cevap vermiyor, şahsen bana hiçbir cevap vermedi. Ama sanat sayesinde hayatımda büyük mutluluk yaşadığım bazı anlar olduğunu da biliyorum."
Cevaba çok gereksinimimiz de yok aslında, nihayetinde hepimiz ölüp gideceğiz. Ama güzel şeyler yaşama ihtimalimiz hep var, hep olucak. X-Men Days Of The Future Past, hayatta mutluluk yaşatan güzel şeylerden birisi mesela. Hep filmle, şununla bununla mı meşgul olmalıyız, sanmıyorum; bazen çok güzel bir-iki saat yaşayabilmek için bir sürü işe yaramaz zaman geçirmemiz gerekebiliyor, ama o kısa zamanlar sayesinde hayatın geri kalanına değer kazandırabiliyoruz, mutlu olabiliyoruz.
Etiketler:
hayal etmek,
hayat,
sanat,
Sinema,
wolverine,
woody allen,
x-men days of the future past,
x-men geçmiş günler gelecek
15 Nisan 2014 Salı
Yeni Portfolyo Adresi
"Kullanışlı bir portfolyo yapalım edelim" diyerek Béhance hesabı aldım. Şöyle:
https://www.behance.net/vurdumduyar
https://www.behance.net/vurdumduyar
Etiketler:
artwork,
behance,
behance account,
illustration,
painting,
portfolio,
portfolyo
6 Nisan 2014 Pazar
Ted Mosby
Şu yayınlanan onlarca dizi film içinde kendime yakın bulduğum belki de tek karakterdi. Dizi bitti, artık kendisini göremeyeceğiz. İnsanlık tarihinin en güzel konuşmasını yaparken hatırlayalım onu:
"Hi. I’m Ted Mosby. And exactly 45 days from now, you and i are gonna
meet. And we’re going to fall in love. And we’re gonna get married and… We’re gonna have two kids. And we’re gonna love them, and each other, so
much.
All that is 45 days away.
But i’m here now, i guess because… I want those extra 45 days. With you.
I want each one of them.
And if i can’t have them i’ll take the 45 seconds before your boyfriend shows up and punches me in the face, because… I love you. I’m always gonna love you, until the end of my days, and beyond..."
All that is 45 days away.
But i’m here now, i guess because… I want those extra 45 days. With you.
I want each one of them.
And if i can’t have them i’ll take the 45 seconds before your boyfriend shows up and punches me in the face, because… I love you. I’m always gonna love you, until the end of my days, and beyond..."
Etiketler:
dizi,
how i met your mother,
ted mosby,
ted mosby the architect,
televizyon dizisi,
tv series
15 Mart 2014 Cumartesi
Bruce Springsteen - High Hopes (2014)
"Şarkı sözleri azimli bir isyanın felsefesini, ilerleme arzusunu, amaçlara sahip olmayı ve büyük hedeflerin kıyısından da olsa geçme gayesini yansıtıyor. Ama aynı derecede güçlü bir melankoli, bu umutlu kopuşu daha da cesaretlendiriyor; esas olarak, bugün çok kederli göründüğü için gelecek o kadar parlak görünüyor."
High Hopes, Patron'un eski şarkılarının yeni versiyonları, coverlar ve yeni birkaç şarkıyla kotardığı son albümü. Kayıtlar Rage Against The Machine'in efsane gitaristi ve arada folk sularında yüzen Tom Morello'yla yapılmış. Bir önceki albüm Wrecking Ball'u anımsatan neşeli High Hopes ile başlayıp Suicide grubunun Dream Baby Dream'inin muhteşem coverıyla kapanıyor. Ek olarak American Skin ve Ghost Of Tom Joad'ın Tom Morello'lu versiyonları şahane olmuş. Bruce, bildiğimiz Bruce.
Baştaki cümle zamanında Patron'un biyografisini de yazan rock eleştirmeni Dave Marsh abiye ait. Ve Bruce Springsteen son albümünde de bu felsefeyi (en başından beri olduğu gibi) yine bozmadan gürül gürül haykırmakta.
Etiketler:
2014,
albüm,
bruce springsteen,
high hopes,
Müzik,
record
13 Şubat 2014 Perşembe
Toplumdaki geri zekalıların geri zekalı olduklarını idrak edemeyip onları koruyacak birileri daima vardır. Bunu idrak edememelerinin nedeni kendilerinin de geri zekalı olmalarıdır. Geri zekalılar cennetinde yaşıyoruz; bu şekilde yaşayıp birbirlerine bu şekilde davranmalarının nedeni bu. Onların bileceği iş, beni ilgilendirmez. Ama ne var ki onlarla yaşamak zorundayım.
Buk.
Buk.
26 Ocak 2014 Pazar
Rüya Görmek
Dünyada adaletsizlikler, savaşlar, bebek ölümleri gırla giderken; dünyanın hatta evrenin büyülü olduğunu, öldükten sonra kemiklerimizden yeniden vücut bulup cennete ya da cehenneme gideceğimizi, hatta bir ruhumuzun olup olmadığını bile bilmek zorlaşıyor. Dünyayı gittikçe daha materyalist algılamaya başlıyorsun, olağanüstü bir şeylerin olduğuna ya da olacağına inancın zayıflıyor, çevreyi 2+2=4 mekanikliğinde, sihirden, canlılıktan uzak görmeye başlıyorsun ya;
İşte bunu bozan en büyük (belki de tek) şey rüya görmek. Kafanın içindeki et parçası sana deneyimlerinden, yaşayıp hissettiklerinden parçalar toplayıp film gibi birleştirerek uykunda sana özel gösterim yapıyor. Somut bir şeyden dibine kadar soyut bir şey meydana geliyor yani. Bunu farkettiğinde "demek ki bir şeyler var" dememek imkânsız. Bu konu hakkında aşk, sanat gibi mevzular da örnek verilebilir ama rüya görmek hakikaten bunların yanında bile çok özel bir şey. "Olağanüstüyüm ben" diye bağırıyor. Demek ki göründüğü gibi değil her şey? Rüyalar en basit kanıtı...
Etiketler:
beyin,
hayal etmek,
hayal kurmak,
hayat,
rüya görmek
1 Ocak 2014 Çarşamba
2013 Albümlerim
1) Bruce Springsteen - The Rising (2002)
Bruce Springsteen 1992'de çıkardığı iki albümden sonra (95'teki Ghost Of Tom Joad'u saymazsak) durgun bir döneme girmiş ve pek sesi soluğu çıkmamış. The Rising ise onu tekrar hayata döndüren, 11 Eylül olayından etkilenerek yazdığı şarkılardan oluşan bir albüm. Adamın gerçekten ne kadar da iyi bir yazar olduğunu, insanların dertlerini çok kolaymışçasına söze ve müziğe dökebildiğini ispatlayan bir iş bu. Her zamanki gibi "hep bir ağızdan" söylemelik şarkılar elbette Patron'un klasiği olarak yine var, ama 90'lardan sonra şarkı sözlerindeki şiirsellik epey artmış. "Into The Fire" buna güzel bir örnek. "Waiting On A Sunny Day" ve "Countin' On A Miracle" bağımlılık yapan gümbür gümbür parçalar. "Worlds Apart" ise yeni şeylere pek ilişmeyen Patron'un kendini yenilediği bir şarkı; Pakistanlı bir grupla ortak çalışılmış, deneysel başlayıp klasik rock şeklinde bitiyor. "You're Missing" (kelimelerle adım adım resim çizilen bir şarkı), "Nothing Man" ve "My City Of Ruins" en duygusal şarkılardan, 11 Eylül'ü hisseden bir Amerikalı olsaydım bu üçünü dinleyip dinleyip ağlardım, net.
Sonuç olarak bu sene ne kadar dinlediğimi unuttuğum bir albüm "The Rising". Peki ben bir Türk olarak; bir Amerikalının kendi trajedisi için yaptığı şarkıları dinleyip ne buluyorum? İşte olayın güzelliği de bu zaten. Countin On A Miracle derken her şeyi unutuyorsun, kendi mucizeni düşünüyorsun sadece. Bruce Springsteen'in en iyi albümlerinden birisi olduğunu da söylememe gerek yok bu arada.
2) God Is An Astronaut - All Is Violent, All Is Bright (2005)
Post-rock hakimi olduğum bir tür değil. Grup adından da anlaşılacağı gibi uzay, zaman ve nihayetinde insan hakkında düşündürmeyi amaç edinmiş. Ama bu albümü yaşlısı genci herkes dinleyip huzura erebilir, geceleri terapi niyetine dinleyebilir. Kafalar güzel. Şarkıların birbirine benzemesi başta handikap olarak görünse de sesörgüsü olarak bütünlüğü sağlıyor, başka diyarlara sürükleniyorsunuz. Güzel albüm.
3) Feridun Düzağaç - Flu (2013)
Fe De ağbi Flu ile açıkçası beni hayal kırıklığına uğrattı. Yine bir Feridun Düzağaç albümünden çok farklı değil ama üzerinde çok da uğraşılmamış gibi bir etki yarattı bende. Sözlerde o Feridun cambazlığı yok, müzikleri de işi bir yere kadar götürebiliyor. Üstüne üstlük iki de cover var albümde; "Unutama Beni" ve "Tek Başına". Adamı o kadar kendime yakın bulmuşum ki; başka birinin şarkısını söylemesine kızar olmuşum. "Seyrüsefer", "Belki Bir Gece" ve "Ansızın Ve Nedensiz" kendini en çok dinlettiren şarkılar. Sonuç olarak sevmedim demek acımasız olur, ama bu albümün bir "Uykusuza Masallar" ya da "FD7" olmadığını da üzülerek söylemek lazım.
4) Belle And Sebastian - The Life Pursuit (2006)
Son zamanların en çok abartılan grubunun albümü. (indie'ci kızdırmaca) İndie tayfası gittiyse devam ediyorum.. Abartılan bir grup Belle And Sebastian. Modern hayatı çok iyi anlatıyorlar falan deniyor ama müzikleri o kadar uzak ve soğuk ki bana, en ufak bir hissiyat yaratamıyor bende. Riffler çok yumuşak ve sürekli birbirini tekrarlıyor, vokal fazla sakin. Sonuçta acıya bağımlı bir toplum olarak "hayat telaşı" (life pursuit) dendiğinde daha başka şeyler bekliyoruz ister istemez. Suya sabuna dokunmayan kendi hâlinde bir albüm The Life Pursuit benim için. Belki de olayı o; ama içine giremedim kısaca.
5) Editors - The Weight Of Your Love (2013)
2013'ün en iyi albümlerinden birine geldim şu anda. Editors'ı daha önceden sadece "bariton sesli abi ve saz arkadaşları" olarak duymuştum ama bu yılki Rock'n Coke sağolsun bayağı Editors'lı bi dönem geçirmiş oldum yazın. Bir ihtimal olgunluk albümü bu. Albüm; solist Tom Wilson'ın mükemmel sesiyle yürüyen, gürültülü ve hareketli olmasına rağmen bildiğin kendisinden hüzün akan şarkılarla dolu. Çıkış şarkısı "Sugar" radyolarda, orda burda çalınarak zaten hakettiği ilgiyi gördü. İkinci klibin çekildiği "Honesty" de dikkatimi çeken bir sonraki şarkıydı zaten. (Çıkış şarkılarını iyi seçmişler yani) "Bird Of Prey" ve "Formaldhyde" yine başarılı parçalar. Grubun dikkat çeken sorunu ise soliste fazla yaslanması. Yani "Tom'un saz arkadaşları" pek ön plana çıkamamış ya da çıkmamış. Yine de sonuç olarak; mükemmel bir sonbahar albümü olmuş. Adamlar da Rock'n Coke'ta süperdiler, kendilerini saat 5'e, Duman'ı 7'ye koyan organizatör ayıbına rağmen çok iyi çaldılar. Yine gelsinler.
6) Aerosmith - Nine Lives (1997)
Genelde fazla takılmadığım "Bon Jovi tarzı eğlencelik hard rock" yapan bir grup Aerosmith. İlk çıktıkları 70'lerden beri piyasa müziği yapan, ama bunu da güzel bir şekilde yapan amcalar. Bu albümde de çizgilerini bozmadan devam etmişler, akılda kalıcı gaz şarkılarla doldurmuşlar kasedi (başka ne diyeyim bildiğimiz ayrosimit işte). 2014 İstanbul konser haberlerini görünce gidebilirdim de, ama sahne içine 170 lira gibi güdük bi fiyat çeken BKM'ye "Aerosmith'inizle size iyi eğlenceler" diyorum sadece.
7) Ellie Goulding - Lights (2010)
Ellie Goulding piyasa müziğinin yakınından bile geçmeyen beni bile kendine çekti bu albümüyle. Normalde şarkılarda şimdinin pop müziğinin tüm numaraları kullanılmış olmasına rağmen Ellie ablamız sesiyle farklılık yaratmayı başarmış. "Starry Eyed", "Lights" ve "Under The Sheets" en çok dikkati çeken parçalar. Bu derece iyi bir işin Ellie Goulding'in ilk albümü olması yine güzel bir ayrıntı. Gelelim Rock'n Coke performansına. Kendisiyle aynı saate yan sahnede Prodigy olduğu için kadını izlemeye toplam 200 kişi falan gelmişti. Durumu görünce trip üstüne trip atan, her şarkıdan sonra somurtan Goulding konseri de erken bitirdi ve istediğimiz tadı alamadık. Kısacası yanlış bir hareketti, kredisinden biraz götürmüş oldu.
8) Selah Sue - Selah Sue (2011)
Selah Sue da Rock'n Coke bahanesiyle dinleme fırsatı bulduklarımdan bu yıl. Ne pop ne rock; biraz soul, zorlarsak da jazz yapıyor. Amy Winehouse'vari sesiyle akılda kalıcı bir tarzı var. Albümün geneli oldukça iyi ama "Raggamuffin", "Explanations" ve "Crazy Vibes" özellikle dikkatimi çekti. Mevsimsiz, her zaman ve her yerde dinlenebilecek iyi bir albüm. Selah Sue da Rnc'ta gayet iyiydi, sempatik hâliyle sevdirdi kendini yavru kedi.
9) Oi Va Voi - Laughter Through Tears (2003)
Etnik müzik sevmem. Bu yüzden de Oi Va Voi gibi gruplar direkt geri planda kalıyor benim için. Laughter Through Years'ta da bunu bozabilecek bir hava, bir büyü bulamadım. Aslına bakarsak heyecansız bir çizgileri var. Çeşitli kültürlerin müziğini harmanlamaları (bildiğimiz klarneti bile kullanıyorlar), iyi bir altyapıya işaret, iyi bir prodüktörlükle de belli bir kaliteye ulaşıyorlar. Ama söylediğim gibi, etnik müzik bana, ben oyvavoy'a uzağım. Bu albümleri de onları sevmeme yetmiyor.
10) Arctic Monkeys - AM (2013)
Bizim maymunlar bu senenin en iyi olduğu tartışılır olsa da, en çok dinlenilen, en çok konuşulan albümlerinden birini yaptılar bu eylülde. Arctic Monkeys zaten 17 yaşlarında ilk (ve bence en iyi) albümlerini yapmalarından beri ilgi gören bi grup, bunda yeni kuşağın kendi müzisyenlerini araması, "kendi takip edebilecekleri bir şey" boşluğunu doldurmalarının payı da büyük. Ve genç olmanın, yeni olmanın getirisiyle bayağı da üretkenler; ilk iki albümlerini neredeyse bir yıl arayla çıkardılar. AM ise ilk albümlerinin üzerinde henüz 7 yıl geçmesine rağmen 5. albümleri (üretkenlik).
Metin abi (Üstündağ) bana "iyi sanatçı çözülemez olandır" demişti. Kendini yenileyen yani. Bu elemanlar da neredeyse her albümde tarzlarını yeniliyorlar. AM de bunun dışında kalmamış. Öncekilere göre daha ağır, gitara değil de ritme daha dayalı bir albüm olmuş. Çok konuşulması ise daha önceden single olarak çıkarılan "Do I Wanna Know?" ve "R U Mine?" sayesinde biraz da. Özellikle Do I Wanna Know? sıkı bir hit oldu. "Arabella" ve "I Wanna Be Yours" da iyi parçalar. Diğer parçalar biraz geride kalıyor. Geri vokalde davulcu çocuğu (Matt Helders) duyuyoruz. 90 kuşağının rok starı Alex Turner ve saz arkadaşları bayık iki albümden sonra iyi dönmüşler. Rock'n Coke'ta da mükemmel olmasa da gayet iyiydiler.
Not 1: Geçen yılki listeler : 2010, 2011 ve 2012
Not 2: 2013 değişik bir yıldı, bir sürü şey oldu, oluyor.
11 Eylül 2001..Amerikan petrol kralı Rockefeller'ın yanlış hamleleri sonucu iki uçak İkiz Kulelere çakılır..Amerika yastadır ve bu olay Ortadoğuya olan bakışını daha da sertleştirecektir. Patron ise o günlerin birinde BİM'den çıkmış elinde poşetlerle otoparka yürümektedir, yaşını başını almış bir amca Toros'uyla yanaşır, "sana ihtiyacımız var yeğen" der ve başka hiçbir şey demeden gazlar gider. Adamımız Bruce çok etkilenmiştir, gitarını eline alır ve olaylar gelişir...
Bruce Springsteen 1992'de çıkardığı iki albümden sonra (95'teki Ghost Of Tom Joad'u saymazsak) durgun bir döneme girmiş ve pek sesi soluğu çıkmamış. The Rising ise onu tekrar hayata döndüren, 11 Eylül olayından etkilenerek yazdığı şarkılardan oluşan bir albüm. Adamın gerçekten ne kadar da iyi bir yazar olduğunu, insanların dertlerini çok kolaymışçasına söze ve müziğe dökebildiğini ispatlayan bir iş bu. Her zamanki gibi "hep bir ağızdan" söylemelik şarkılar elbette Patron'un klasiği olarak yine var, ama 90'lardan sonra şarkı sözlerindeki şiirsellik epey artmış. "Into The Fire" buna güzel bir örnek. "Waiting On A Sunny Day" ve "Countin' On A Miracle" bağımlılık yapan gümbür gümbür parçalar. "Worlds Apart" ise yeni şeylere pek ilişmeyen Patron'un kendini yenilediği bir şarkı; Pakistanlı bir grupla ortak çalışılmış, deneysel başlayıp klasik rock şeklinde bitiyor. "You're Missing" (kelimelerle adım adım resim çizilen bir şarkı), "Nothing Man" ve "My City Of Ruins" en duygusal şarkılardan, 11 Eylül'ü hisseden bir Amerikalı olsaydım bu üçünü dinleyip dinleyip ağlardım, net.
Sonuç olarak bu sene ne kadar dinlediğimi unuttuğum bir albüm "The Rising". Peki ben bir Türk olarak; bir Amerikalının kendi trajedisi için yaptığı şarkıları dinleyip ne buluyorum? İşte olayın güzelliği de bu zaten. Countin On A Miracle derken her şeyi unutuyorsun, kendi mucizeni düşünüyorsun sadece. Bruce Springsteen'in en iyi albümlerinden birisi olduğunu da söylememe gerek yok bu arada.
2) God Is An Astronaut - All Is Violent, All Is Bright (2005)
Post-rock hakimi olduğum bir tür değil. Grup adından da anlaşılacağı gibi uzay, zaman ve nihayetinde insan hakkında düşündürmeyi amaç edinmiş. Ama bu albümü yaşlısı genci herkes dinleyip huzura erebilir, geceleri terapi niyetine dinleyebilir. Kafalar güzel. Şarkıların birbirine benzemesi başta handikap olarak görünse de sesörgüsü olarak bütünlüğü sağlıyor, başka diyarlara sürükleniyorsunuz. Güzel albüm.
3) Feridun Düzağaç - Flu (2013)
Fe De ağbi Flu ile açıkçası beni hayal kırıklığına uğrattı. Yine bir Feridun Düzağaç albümünden çok farklı değil ama üzerinde çok da uğraşılmamış gibi bir etki yarattı bende. Sözlerde o Feridun cambazlığı yok, müzikleri de işi bir yere kadar götürebiliyor. Üstüne üstlük iki de cover var albümde; "Unutama Beni" ve "Tek Başına". Adamı o kadar kendime yakın bulmuşum ki; başka birinin şarkısını söylemesine kızar olmuşum. "Seyrüsefer", "Belki Bir Gece" ve "Ansızın Ve Nedensiz" kendini en çok dinlettiren şarkılar. Sonuç olarak sevmedim demek acımasız olur, ama bu albümün bir "Uykusuza Masallar" ya da "FD7" olmadığını da üzülerek söylemek lazım.
4) Belle And Sebastian - The Life Pursuit (2006)
Son zamanların en çok abartılan grubunun albümü. (indie'ci kızdırmaca) İndie tayfası gittiyse devam ediyorum.. Abartılan bir grup Belle And Sebastian. Modern hayatı çok iyi anlatıyorlar falan deniyor ama müzikleri o kadar uzak ve soğuk ki bana, en ufak bir hissiyat yaratamıyor bende. Riffler çok yumuşak ve sürekli birbirini tekrarlıyor, vokal fazla sakin. Sonuçta acıya bağımlı bir toplum olarak "hayat telaşı" (life pursuit) dendiğinde daha başka şeyler bekliyoruz ister istemez. Suya sabuna dokunmayan kendi hâlinde bir albüm The Life Pursuit benim için. Belki de olayı o; ama içine giremedim kısaca.
5) Editors - The Weight Of Your Love (2013)
2013'ün en iyi albümlerinden birine geldim şu anda. Editors'ı daha önceden sadece "bariton sesli abi ve saz arkadaşları" olarak duymuştum ama bu yılki Rock'n Coke sağolsun bayağı Editors'lı bi dönem geçirmiş oldum yazın. Bir ihtimal olgunluk albümü bu. Albüm; solist Tom Wilson'ın mükemmel sesiyle yürüyen, gürültülü ve hareketli olmasına rağmen bildiğin kendisinden hüzün akan şarkılarla dolu. Çıkış şarkısı "Sugar" radyolarda, orda burda çalınarak zaten hakettiği ilgiyi gördü. İkinci klibin çekildiği "Honesty" de dikkatimi çeken bir sonraki şarkıydı zaten. (Çıkış şarkılarını iyi seçmişler yani) "Bird Of Prey" ve "Formaldhyde" yine başarılı parçalar. Grubun dikkat çeken sorunu ise soliste fazla yaslanması. Yani "Tom'un saz arkadaşları" pek ön plana çıkamamış ya da çıkmamış. Yine de sonuç olarak; mükemmel bir sonbahar albümü olmuş. Adamlar da Rock'n Coke'ta süperdiler, kendilerini saat 5'e, Duman'ı 7'ye koyan organizatör ayıbına rağmen çok iyi çaldılar. Yine gelsinler.
6) Aerosmith - Nine Lives (1997)
Genelde fazla takılmadığım "Bon Jovi tarzı eğlencelik hard rock" yapan bir grup Aerosmith. İlk çıktıkları 70'lerden beri piyasa müziği yapan, ama bunu da güzel bir şekilde yapan amcalar. Bu albümde de çizgilerini bozmadan devam etmişler, akılda kalıcı gaz şarkılarla doldurmuşlar kasedi (başka ne diyeyim bildiğimiz ayrosimit işte). 2014 İstanbul konser haberlerini görünce gidebilirdim de, ama sahne içine 170 lira gibi güdük bi fiyat çeken BKM'ye "Aerosmith'inizle size iyi eğlenceler" diyorum sadece.
7) Ellie Goulding - Lights (2010)
Ellie Goulding piyasa müziğinin yakınından bile geçmeyen beni bile kendine çekti bu albümüyle. Normalde şarkılarda şimdinin pop müziğinin tüm numaraları kullanılmış olmasına rağmen Ellie ablamız sesiyle farklılık yaratmayı başarmış. "Starry Eyed", "Lights" ve "Under The Sheets" en çok dikkati çeken parçalar. Bu derece iyi bir işin Ellie Goulding'in ilk albümü olması yine güzel bir ayrıntı. Gelelim Rock'n Coke performansına. Kendisiyle aynı saate yan sahnede Prodigy olduğu için kadını izlemeye toplam 200 kişi falan gelmişti. Durumu görünce trip üstüne trip atan, her şarkıdan sonra somurtan Goulding konseri de erken bitirdi ve istediğimiz tadı alamadık. Kısacası yanlış bir hareketti, kredisinden biraz götürmüş oldu.
8) Selah Sue - Selah Sue (2011)
Selah Sue da Rock'n Coke bahanesiyle dinleme fırsatı bulduklarımdan bu yıl. Ne pop ne rock; biraz soul, zorlarsak da jazz yapıyor. Amy Winehouse'vari sesiyle akılda kalıcı bir tarzı var. Albümün geneli oldukça iyi ama "Raggamuffin", "Explanations" ve "Crazy Vibes" özellikle dikkatimi çekti. Mevsimsiz, her zaman ve her yerde dinlenebilecek iyi bir albüm. Selah Sue da Rnc'ta gayet iyiydi, sempatik hâliyle sevdirdi kendini yavru kedi.
9) Oi Va Voi - Laughter Through Tears (2003)
Etnik müzik sevmem. Bu yüzden de Oi Va Voi gibi gruplar direkt geri planda kalıyor benim için. Laughter Through Years'ta da bunu bozabilecek bir hava, bir büyü bulamadım. Aslına bakarsak heyecansız bir çizgileri var. Çeşitli kültürlerin müziğini harmanlamaları (bildiğimiz klarneti bile kullanıyorlar), iyi bir altyapıya işaret, iyi bir prodüktörlükle de belli bir kaliteye ulaşıyorlar. Ama söylediğim gibi, etnik müzik bana, ben oyvavoy'a uzağım. Bu albümleri de onları sevmeme yetmiyor.
10) Arctic Monkeys - AM (2013)
Bizim maymunlar bu senenin en iyi olduğu tartışılır olsa da, en çok dinlenilen, en çok konuşulan albümlerinden birini yaptılar bu eylülde. Arctic Monkeys zaten 17 yaşlarında ilk (ve bence en iyi) albümlerini yapmalarından beri ilgi gören bi grup, bunda yeni kuşağın kendi müzisyenlerini araması, "kendi takip edebilecekleri bir şey" boşluğunu doldurmalarının payı da büyük. Ve genç olmanın, yeni olmanın getirisiyle bayağı da üretkenler; ilk iki albümlerini neredeyse bir yıl arayla çıkardılar. AM ise ilk albümlerinin üzerinde henüz 7 yıl geçmesine rağmen 5. albümleri (üretkenlik).
Metin abi (Üstündağ) bana "iyi sanatçı çözülemez olandır" demişti. Kendini yenileyen yani. Bu elemanlar da neredeyse her albümde tarzlarını yeniliyorlar. AM de bunun dışında kalmamış. Öncekilere göre daha ağır, gitara değil de ritme daha dayalı bir albüm olmuş. Çok konuşulması ise daha önceden single olarak çıkarılan "Do I Wanna Know?" ve "R U Mine?" sayesinde biraz da. Özellikle Do I Wanna Know? sıkı bir hit oldu. "Arabella" ve "I Wanna Be Yours" da iyi parçalar. Diğer parçalar biraz geride kalıyor. Geri vokalde davulcu çocuğu (Matt Helders) duyuyoruz. 90 kuşağının rok starı Alex Turner ve saz arkadaşları bayık iki albümden sonra iyi dönmüşler. Rock'n Coke'ta da mükemmel olmasa da gayet iyiydiler.
Not 1: Geçen yılki listeler : 2010, 2011 ve 2012
Not 2: 2013 değişik bir yıldı, bir sürü şey oldu, oluyor.
Etiketler:
arctic monkeys,
arctic monkeys am,
belle and sebastian,
bruce springsteen,
editors,
editors the weight of your love,
ellie goulding,
feridun düzağaç flu,
god is an astronaut,
oi va voi,
selah sue,
the rising
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)