30 Aralık 2012 Pazar

2012 Albümlerim

1) Bruce Springsteen - Wrecking Ball (2012)



Bruce Springsteen, benim sık sık dinlediğim ve ilk 5'ime sokabileceğim bir adam. Amerika'da neredeyse halk kahramanıdır, Born In The Usa kıvamında bir müziği vardır, çok Amerikalıdır evet ama samimidir de. Bob Dylan'ın açtığı yoldan ilerleyenlerin en şanlı şöhretlilerinden.

Neyse, o da bu yıl şahane bir albüm çıkardı; Wrecking Ball. Bir önceki albümü Working On A Dream (2009) adam akıllı dinlediğim ilk yabancı albümlerdendi, güzeldi ama fazla yumuşak gelmişti bana, klasik country kokuyordu çok. Ama Wrecking Ball öyle değil. Patron "dur stadyum sallamalık şarkılar höykürmedim bi iki albümdür" falan demiş ortaya karışık ama güzel bir kaset dolduruvermiş. Klasik Springsteen formüllü ama akılda kalıcı gürül gürül şarkılardan oluşan bir folk rock albümü bu. İlk dinlediğimde "Land Of Hope And Dreams" i çok beğenmiştim, sonra da "We Take Care Of Our Own" u çok dinledim. "This Depression" ve "Wrecking Ball" da iyi götürdü beni.

Diyeceğim odur ki, benim için yılın en güzel albümlerinden biri, belki de en iyisi. Patron gelse de konserine gitsek şöyle bi.

2) Göksel - Bende Bi' Aşk Var (2012)


Göksel'in adam akıllı dinlediğim ilk albümü galiba. Ama o ilk zamanlardaki "depresif histerik hatun" havası gitmiş, yerine oturaklı alımlı bir kadın gelmiş. Güzelinden yerli pop. İleride bu kadın şimdilerin Zeki Müren'i, Ayla Dikmen'i gibi hatırlanacak sanıyorum.

3) Bombay Bicycle Club - A Different Kind Of Fix (2011)


Şimdi revaçta olan bir tür var; indie ile elektronik arası gidip gelen folk. Evet güzel tanımladım. Bombay Bicycle Club da işte tam bu ayarda bir grup. Şarkılarının belli bir formülü var: Ana riffle başla+davul gir+back vokali tekrarlayıp durarak bitir. Albüm de hemen hemen böyle başlayıp gidiyor. Ama dinlemesi eğlenceli mi, evet. Şarkı sözlerine pek bakmadım. İngiltereden de makine gibi grup çıkıyor arkadaş.

4) Neil Young - After The Gold Rush (1970)


Neil Young'a çok ısınamasam da Mehmet Tez'in en sevdiği albümlerden olduğunu öğrenince dinlemiş bulunuverdim bunu. Klasik rock, temiz. 70'lerde genç olsaydım pikaba koyup yatağa uzanarak "Only Love Can Break Your Heart" dinlemesi daha zevkli olurdu diye düşünmeden duramıyorsun.

5) Jack White - Blunderbuss (2012)


Bu eleman 10 yıldır ortamlarda salınıyor. White Stripes'ı, şusu busu derken kendi adına da bir kaset doldurmuş. Şahsen hit olabilecek işler var ama ben daha vurucu bir şeyler beklerdim. "Love Is Blindness" coverı bile U2'nunkine çok benziyor, albümün geneli de öyle, pek orijinallik gözükmüyor. Yine de eğlenceli şeyler var tabi; bkz: Love Interrruption, bkz: Sixteen Saltines.

6) Tom Waits - Heartattack And Wine (1980)


Balgam+sigaradan meydana gelen sesini bilen bilir. Bu yıl Tom Waits'in gözden kaçırdığım albümlerini fırsat oldukça dinledim. Böyle Small Change gibi balad ağırlıklı değil de, işte Heartattack And Wine gibi sesörgüsü daha canlı işlerini daha çok seviyorum bu adamın. Hafif çılgınımsı, caz riffleriyle terbiye edilmiş. Burada kendini tamamen buluyor denilebilir Waits için, ilk zamanlarındaki temiz country havasından eser yok. Güzel olan da esas bu.

7) Billy Talent - III (2009)


Bu kafada müzikleri lisede falan dinlemem gerekiyordu standart gitseydim. Yine de arada değişik bir tat oluyor, benim için daha fazlası yok. (Eğlenceli evet, insanın kanını kaynatıyor) Alternatif rock ya da post punk denilen şeylerde samimiyet hissedemiyorum. Ama buradan "Rusted From The Rain" negzel parça değil mi.

8) Van Morrison - Astral Weeks (1968)


Van Morrison'ın gerçekten etkileyici bir sesi ve şarkı söyleyişi var. Şöyle bi haykırdığında 60'ları hissedebiliyosunuz (o yıllarda yaşamadım ama hissediyorsunuz bence yani). 60'ların ikinci yarısından itibaren moda olan folk-rock diyarından sesleniyor Morrisonlardan Van. En güzel albüm isimlerinden birine sahip (tek kusuru; biraz daha güçlü melodilerle desteklenebilirmiş parçalar), dinlerken güneşlikli bir sahil kıyısında oturuyorsunuz, tüm hayatınız önünüzdeki denizin içinde sakince sürükleniyor ve siz de izliyorsunuz gibi. Evet.

9) Chris Isaak - Forever Blue (1995)


Youtube'daki bir yorum şöyleydi: "This guys voice is like liquid sex!!" Kıris beyi güzel tanımlamış. Bence kesinlikle easy listening deyip geçebileceğiniz biri değil Chris Isaak, dikkatli dinlediğinizde gerçekten can yakıyor. Bu kasetinde de neredeyse tüm şarkılar, sözler hepsi özenli düzenli. Albümden "Baby Did A Bad Bad Thing" Eyes Wide Shut'ta çalıyordu.  Dinleyin, dinlettirin, özellikle "Forever Blue"yu.

10) Beach House - Bloom (2012)


İlk andan, ilk şarkıdan itibaren insanı başka bi diyara böylesine hızlı sürükleyen albüm sayısı azdır (ya da ben dinlemedim). Bu müziğe dream-pop ya da indie-pop gibi şeyler diyorlar ama bana kalırsa Bombay Bicycle Club'ımsı o "indie ile elektronik arası gidip gelen folk" tan başka bir şey değil bu sound. Bu albümden sonra grubun (ki iki kişilermiş) diğer albümlerine baktım ki birkaç tane temel riffleri var, suyu çıkana kadar kullanıyorlar fırsat buldukça, bu da şarkıların biraz birbirine benzemesine neden olmuş ama sorun değil, hatta belli bir istikrarları var bile dedirtebiliyor. Vokalist kızın cinsiyetsiz bir sesi var, bu da o meleğimsi etkiyi artırıyor gibi (melekler de cinsiyetsiz ya hani). "Myth" ve "Lazuli"(Fuat Saka şarkısı gibi isim lan) özellikle ayrı güzel.

Kısaca, grubun en iyi albümü. Benim de favorilerim arasında bundan gayrı. Çok çok iyi albüm.


Not 1: Bu sene müzik açısından bayağı bereketliydi. Yeniler, efsaneler hepsi albüm çıkardı neredeyse.
Not 2: Evet, bebeğim Norah Jones'un yeni albümünü henüz dinlemedim. Kısmet.
Not 3: Geçen senelerdeki listelerime şuradan ve buradan ulaşılabilir. 3 ettiğine göre artık geleneksel diyebilirim nihaha.
Not 4: Bob Dylan bende ayrı olduğu için kendisinin bu yılki Tempest'ını bu yazıya dahil etmedim. Ki hakkında daha önce yazmışlığım var. Şöyle alalım merak edenleri.
Not 5: 2012 güzel yıldı. Fazla büyümüş gibi hissediyorum artık. Galiba güzel bir şey.


8 Kasım 2012 Perşembe

Efes Pilsen Blues Festival ve Ben


Blues ve türevlerini her zaman severek dinledim. Efes'in bu şahane konserlerine gitmeye de hep özendim.

Küçüktüm, konser içkili olduğu için +18'di, gidemiyordum.

Sonra büyüdüm, bu sefer festivali Samsun'a getirmeyi bıraktılar.

Ben de geçen yıl İstanbul'a geldim, "tamam, bu sefer gidiyorum" dedim, o yılın tüm konserlerini iptal ettiler.

Bu yıl da devlet konserlere 24 yaş sınırı getirdi, yine gidemeyeceğim.


Bu nasıl bir yasaktır, neyin kafasıdır bilmiyorum ama ciddi anlamda sinirliyim artık.
Bendeki cenabetliğe hiç girmiyorum, resmen blues dinlemem istenmiyor.
Bu iş burada bitmedi diyorum ben de.

2021 editi: Hiçbir zaman gidemedim, festival tamamen kaldırıldı yıllar önce.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Bob Dylan, Tempest


Her Bob Dylan lafı geçtiğinde tüm hayatını, kariyerini, albümlerini baştan şöyle bir özet geçenlerden değilim. Onu belki şu kıçı kırık gazetelerin pazar ekleri yapıyor olabilir. Evet;

Bob Dylan yeni albümünü çıkardı! Yeni Bob Dylan albümü lan! Adı Tempest. Fırtına anlamına geliyor.

2001'deki Love And Theft'ten sonra bu albüm de yine 11 eylül günü çıktı, epey garipsedim aslında. Belki de Tempest (Fırtına) imgesini 11 Eylül saldırısıyla eşliyordur bir anlamda, neyse. Bir önceki albüm de 2009'daki Together Through Life idi babamızın. Şimdi vakit kaybetmeden albüme aşağıdaki videodan bir göz atıyoruz:


Evet, Bob da 25'ini geçeli çok oldu, sesi de sigara ve yaşı sebebiyle iyice bozulup çatladı hâliyle. Ama o, hiçbir zaman sesiyle ön plana çıkmamıştı ki zaten. Evet 60'larda taşralı sesi ve şivesiyle "anyone can sing" olayını yaratan da oydu, ama hep kötü şarkı söyleyen biri olarak tanındı. Yalansa yalan deyin.

Albüm; Together Through Life'ın soundunu kaldığı yerden hemen hemen aynı şekilde devam ettiriyor. Eskiyi yâd edercesine bir tempo, rockabilly ve dylanistik baladlar falan. Time Out Of Mind'la başlayan hareketlenmede (buna hiçbir zaman "yeniden doğuş" demedim, çünkü Oh Mercy de bana kalırsa çok güzel bir albüm, Slow Train Coming de) albümler birbirinden ilk dinleyişte ayrılabiliyordu, burada dediğim gibi TTL kaldığı yerden devam. Beni az da olsa şaşırttı.

Açılış şarkısı Duquesne Whistle, Soon After Midnight ve Early Roman Kings klasik blues kalıplarıyla işi götüren parçalar. Enstrümanlar, uyum çok tatlı. Aşağı da çekiyorlar yukarı da. (Duquesne Whistle'a çekilen klibi de beğendim) Narrow Way ve Pay In Blood bence albümün zirve noktaları olabilir. İkisi de akılda kalıcı (zaten öyle yırtık bi vokal var ki akılda kalmaması zor). Özellikle Pay In Blood'da tam bir huysuz ihtiyar Dylan, şöyle ki:

Seni piç! Ne diye sana saygı duymam gerekiyor ki?/Sana adalet verip cüzdanını şişireceğim/Sen önce bana ahlaki erdemlerini göster/Sana sesleniyorum işit, duy feryadımı/Kanla ödeyeceğim ama kendi kanımla değil.

Yine efkârlı, yine sitemkâr anlayacağınız. Ama 71 yıla rağmen hâlâ enerjik. Hâlâ iştahla söylemek istediği şeyler var. Kemanlar, mandolinler duyuluyor hani Desire'ımsı.

Scarlet Town, My Life In A Stolen Moment havası hissettiren, Long And Wasted Years ise yine son dönemindeki geçmiş yıllar ve yaşlanmanın hüznünü yansıtan güzel baladlar. Long And Wasted Years'ta Dylan'ın o gevrek, kelimeleri uzata uzata konuşan mıymıy şivesini epey bir aradan sonra ilk kez bu kadar net duydum, çok hoşuma gitti.

Titanic'e değinen Tempest ve gadaşı John Lennon'a yazıldığı adından da belli olan Roll On John ile kapanıyor albüm. Hâlâ bir kafa karışıklığı var. Ölümün yaklaştığının da farkında (allah göstermesin). Hafif karanlık, enerjik de, ama nasıl oluyorsa hayal kırıklığı da var. Geçen albümde I Feel A-Change Comin' On diyorken, burda öyle bir olay yok mesela. (Obama'nın yaşattığı hayal kırıklığı?)

Ey gidi Bob! Zamanla sesin hırpalandı, yaşlandın da, ama özün hep aynı, forever young. Sen hep yaz, hep söyle emi. İşte Tempest böyle güzel bir albüm. Dylanvari blues-rock. Oturun dinleyin. Çat pat İngilizcemle yaptığım Long And Wasted Years çevirisiyle bitireyim ben de:

Uzun Ve Harcanmış Yıllar

Çok ama çok uzun zaman geçti
Kalplerimiz bir olup birbirimizi sevdiğimizden beri
Bir an, tek bir gün için, senin erkeğindim

Dün gece konuştuğunu duydum uykunda
Söylememen gereken şeyler dökülüyordu ağzından, oh bebeğim
Belki de bir gün içeri girmen gerekecek

Gidebileceğimiz bir yer var mı, orada birileri var mı görebildiğimiz?
Belki de,
Aynıdır yaşayıp hissettiklerimiz

Yirmi yıldır görmüyorum ailemi
Kolay değil anlamak, şimdiye ölmüşlerdir belki de
Yurtlarından sürüldükten sonra kaybettim izlerini

Dans et bebeğim, salla yuvarla
Her şeyin farkındasın
Dışarıda güneşin altında ne işin var ki?
Bilmiyor musun, güneş yakıp kavurabilir beynini

Düşmanım toprağa girdi
Kendi yolunda öldü ve kaybetti şehvetini
Çok hızlı gitti ve parçalara ayrıldı
Utanç içinde öldü, demirdendi kalbi

Kara gözlükler takıyorum gözlerimi sarsın diye
Sırlar saklı içlerinde, benim bile kaçamadığım
Geri dön bebeğim
Duygularını incittiysem, özür dilerim

İki tren geçiyor yan yana, 40 mil uzunluğunda her biri
Doğu taraflarına doğru geçiyorlar
Gitmene gerek yok ki, ben sana gelirim çünkü arkadaşımsın benim

Sırtımı döndüğümde
Arkamdaki tüm dünya yanıyormuş gibi
Epey zaman geçti
Şu uzun mu uzun geçidi aştığımızdan beri

Ağladık soğuk ve donmuş aya
Ağladık çünkü ayrıydı ruhlarımız
Ne çok gözyaşı
Ne kadar çok şu uzun ve harcanmış yıllar için.




1 Ağustos 2012 Çarşamba

Gün

Aslında geceyle gündüz arasında çok ince bir çizgi var
Ama uyuyanlar farkına varamıyor tabi
Hayat denen nane de biraz böyle işte
Uyuyunca çok şey olmuş bitmiş, bambaşka bir güne uyanmışsın gibi
Ama o fark dediğin birkaç dakikadan başka bir şey değil

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Yine Yeni Yeniden : The Amazing Spider-Man


Adının The Amazing Spider-Man değil de The Sensitive Peter Parker olabileceği bir uyarlama olmuş. (yanlış anlaşılmasın, güzel bir şey bu)

500 Days Of Summer'ın yönetmeni geldikten ve Gwen Stacy esas kız seçildikten sonra Peter'ın romantik ve duygusal ilişkilerinin daha rafine bir şekilde inceleneceği ve görsel olarak da uyumlu ve estetik bir seyir yakalanacağı belliydi. Gerçekten de bu sefer (çizgi roman ruhuna sadık kalınarak) ne kadar inek olsa da kendi tarzı olan ve zekasıyla ortalığı yakan bir peter var. Örümcek-Adam'ken bile düşünceleri içinde boğulan bir Peter. Sevdiği kızın fotoğrafını bilgisayarının masaüstü resmi yapan bir Peter. Yavrum benim heyt be.

Ve görsellik, 3d kısmını atlıyorum, sahnelerin renkleri, birbiriyle uyumu çok göz doyurucu. Galiba hikâyeleri tükenen Hollywood artık bu tür teknik kısımlara daha fazla eğiliyor. (mesela bunun başarılı başka bir örneği : watchmen) 

Gwen Stacy olayı gerçekten 'olmuş' dedirtti. Spider-man Blue'ya bir göz atarsanız işin görsellik kısmının ve gwen olayının mevzuya ne kadar güzel yedirildiğini görebilirsiniz hemen. Emma Stone iyi ki de Mary Jane olmamış. 

Film Ultimate evreni esas alınarak çekilmiş. Örümcek-adam estetiği yakalanmış. 


Yalnız hikâyenin gidişatında sonradan biraz eksiklikler farkettim. Peter amcasının kâtilini bildiğin unutuyor. Olacak iş değil. Fotoğrafçılık meselesi çabucak geçiştiriliyor mesela. Olmamış.

Hikâyenin akışında başka rahatsız eden pek de bir şeyler göremedim. Hatta filmin ilk yarısı ağır işlenmesine rağmen su gibi akıyor. Filmi birlikte izlediğim arkadaşımla "ne 1 saat geçti mi yahu" dedik hatta. Olaylar olması gerektiği gibi sürüyor ve gidiyor.

Ama en rahatsız olduğum nokta Ben amca'nın ölümünün ve "with great power comes great responsibility" anının biraz es geçilmiş olmasıydı . Zaten diyoruz ya Örümcek-adam değil, Peter Parker filmi diye. çünkü Örümcek-adam'ın çıkış anı yok ortada en basitinden. Peter'ı tetikleyen şey bu can alıcı nokta değil, kertenkele ve sonuçlarıyla 'kendi hatasını düzeltmek için' savaşıyor. Ek olarak ortada dövüşmekte, şehirde ağlarıyla salınmakta hayli çömez bir Örümcek-adam var farkettiyseniz. ve bu...çok iyi bir şey. 15 yaşında bir çocuğun bir anda Jackie Chan'e bağlaması biraz garip kaçıyordu. İleriki filmlerde daha tecrübeli olacak ve milletin ağzına iki tane çakmakta daha ustalaşacaktır bence. Hatta böylelikle kendi içinde tutarlı bir üçleme olacak olması da Marc Webb'e artı puan.


Örümcek Adam'da kötüler istisnasız gridir. Lizard bunu pek veremiyor.

Sam Raimi filmlerinin aksine aksiyon sahneleri biraz yetersiz. özellikle Kertenkele'yle köprüdeki ilk karşılaşma daha sağlam olabilirmiş. Bunu dövüşmekte çömez örümceğe bağlıyorum ve affediyorum (Marc hadi yine iyisin ha).

Dayanamayıp şunu yazacağım (o kadar film ve sinema konuştum bunu demek hakkımdır) : Emma gerçekten de stone. Evet.

Özet geç lan piç'çiler için de şunu söyleyebilirim: İlk üçleme kadar çizgi romandan fırlamış hissi vermeyen, ama daha mantıklı ve tutarlı, çizgi romana daha uygun bir Peter Parker'lı, ultimate tadı veren ve sonraki filmler için de güzel bir zemin hazırlayan güzel bir çizgi roman uyarlaması. (lan özet geçecektim geçemedim)

Ben beğendim. Ama sonraki filmlerde "ağ kartuşu bitme sahnesi" istiyorum Marc'cığım, aklında bulunsun. Bir de estetik ve kıvrak aksiyon sahneleri çek. Bozuşuruz sonra.

Örümcek-adam'ı kanlı canlı perdede izlemek bile bana yetiyor. Daha ne olsun.

8 Haziran 2012 Cuma

Konser Öncesi Megadeth'e Kuş Bakışı

Metal öleli bayağı oluyor aslında. 2000'lerin başından başlayarak, günümüzde Radiohead, Coldplay gibi grupların bile ortam müziği yaptığı yıllara varmış bulunuyoruz. Ne varsa eskide var diyorduk, REM dağılıyor, Gary Moore ölüyor, eskiler de yavaş yavaş tükeniyor yani. Ama birazcık bile gençseniz, içinizde tüm bunlara üstün çıkacak bir sinir kıvılcımı vardır. Metal denilen arabesk şey de bu noktada ortaya çıkıyor. E metal denince de aklıma gelen isim : Megadeth.

Is Mustaine God ?


Dave Mustaine tüm keşliğine, huysuzluğuna ve megaloman derecesindeki egosuna rağmen iyi herif. Yıllarca grubu bi şekilde ayakta tutup -hepsi olmasa da- taş gibi albümlere imzasını çakmıştır. Çemçük ağzından zorla çıkıyo gibi görünen ( daha doğrusu duyulan ) sivri vokali, efsane gitarlarıyla bayramda gidip elinin öpülmesi gerek bi abimiz olduğunu gözümüze sokar. Ha bi de baya baya Putin' e benziyo,  inanmıyosanız kendiniz bakın.

Marty Kızarmışadam

( Ne espri yaptım yahu ) Marty Friedman Dave'e kazık atan dünyadaki üç insandan biridir. Megadeth'in en iyi gitaristi. Birlikte Rust In Peace'den Risk'e dek -bence- grubun en iyi albümlerini yaparlar. Şu anki gitarist Chris Broderick, armoni duygusu olarak Marty'nin yanından geçemez. Zaten taramalı tüfek gibi çalan mekanik gitaristleri oldum olası sevmem. Böyle müziği de sevmem. Neyse, Marty grubun en olmuş zamanlarında bırakıp kendi yoluna gider. Bu sıralar Japon-popuyla haşır neşir.

Megadeth vs. Metallica

Mustaine Metallica 'dan aşırı keş olduğu için değil, yeteneğiyle James Hetfield ve Lars Ulrich'in gözünü kamaştırdığı için atılmıştır zamanında ( bunlar da kazık atan diğer ikisi işte ) . Koçum Dave'i çekememişlerdir. Metallica utanmadan Dave'in yazdığı sözleri, riff ve soloları onu gruptan attıktan sonra albümlerinde kullanıp isim bile belirtmemiştir. Bugün Megadeth hâla iyi kötü albüm yapmaya devam ederken James ve Lars beyler eskinin ekmeğini yiyip dururlar. Şu grup daha iyidir geyiği yapmıyorum bak. Sadece bahsettiğim bu durum mevcut yani.


Ve evet, iyisiyle kötüsüyle Megadeth Maçka'da olucak ( Biletix virali oldum resmen ).

Ben hiçbir zaman metalci olmadım, ama bu herifleri dinlerim bak. Haydi bakalım, bekliyoruz.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Tümdengidim

Bazı  insanlar, içlerinde birden fazla kişi bulunduracak kadar güzeldirler.

İçleri içlerine sığmaz. Sadece bir insan bedeni, o birkaç hayat için küçük gelir. Dışarı akmak, vücut bulmak ister içlerindeki. Vücuda bürünmeden hayatın çok yalnız yaşandığını bilirler.

Ve bu güzel insanlar günün birinde aradıkları vücudu bulduklarında, içlerindeki bu insanlar da eşlenirler. Ellerini birbirlerine uzatıp kendi dünyalarını başka bir anlamla da boyarlar. Biriktirdikleri hayatı, kendilerini paylaşacak birine rastlamışlardır.

İşte buna aşk denir.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Şimdi Reklamlar..

Bu aralar Bob Dylan çevirileri yaptığımız bir bloga dahil oldum. Çeviri zor ama bir o kadar da yararlı bir şey. Fırsatım oldukça yapmayı umuyorum, bakalım.

Bu da adres:

http://bobdylancevirileri.blogspot.com/

Only Burcu Can Judge Him



Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü'nden çıkıp Gebze - Haydarpaşa banliyö trenine binmek isterseniz; en yakın istasyon olan Feneryolu istasyonuna gidiyorsunuz haliyle. Ve istasyona gelmeden hemen önce de karşınıza bu yazı çıkıyor.

5 Nisan 2012 Perşembe

Zamanlı

Zaman...Başlangıçta sanki bizim, kafamızda yarattığımız bir şeymiş, aslında güneşi gözlemleyip hareketlerini saat diye bir alet kullanarak bölmesek, takvimleri çöpe atsak var olmayacakmış gibi duruyor.

Ama öyle değil.

Çünkü dünya, evren veya kainat; en başından beri insanlardan bağımsız bir 'ilerleme' , kendini devam ettiren bir süreç içinde. Büyük patlama, evrim, dinozorlar.. Dünya bizi ve içindekileri kendi yoğrulma oyununa alet ediyor. Dönüyor bir defa bu şey, ötesi var mı?

Bazen kapıldığımız şu 'nedensiz mutsuzluk' duygusu da buradan geliyor bence. Çünkü zaman, büyüme, yaşlanma ve en fenası da ölüm gibi süreçler bizim elimizde değil, 'yoğrulma oyunu'nun birer parçasıyız ve bunu idrak edebilecek kadar da gelişmişiz (maalesef). İnsan denen egoist yaratık da bazı şeylerin elinde olmamasını kabullenemiyor işte, sürüklenmeyi kabullenemiyor.

'İnsanlar yaşayıp ölmez, sadece sürüklenirler.' Bob Dylan

Zaman da bu sürüklemenin esas oğlanı oluyor hâliyle. Düşünüyorum da; 20 yıl bana epey hızlı geçmiş gibi geliyor. 20 yıl böyle hızlı geçtiğine göre; 40 yıl da çabuk geçer, 60 yıl da.

Demek ki kısa süre sonra hepimiz ölmüş olacağız. O yüzden, 'zaman düşmanı'na en büyük kötülüğü yaparak, onu unutarak yaşamalı. Bakın; ışık hiçbir şeyi umursamayıp gaza basınca zaman nasıl da duruveriyor karşısında.

'Zamanla ilgili her şey bana felaketi çağrıştırıyor. Zamandan nefret ediyorum!' Woody Allen


Bu da benden yan masaya gelsin.

17 Mart 2012 Cumartesi

Hayatın Tümünü İstiyorum.

'Eğer arzu, ıstırabı getiriyorsa, belki akıllıca arzu etmediğimizdendir ya da arzu ettiğimiz şeyi ustaca elde etmesini bilmediğimizdendir.Kafalarımızı dua seccadelerine gömüp saklayacağımız yerde, tahriklere karşı çevremize duvarlar öreceğimiz yerde, arzularımızı doyurma konusunda ustalaşsak daha iyi değil mi? Selamet denilen şey zayıflar içindir. Benim inancım bu. Ben selamet istemiyorum. Ben hayat istiyorum. Hayatın da tümünü istiyorum. Sefaletini de, harikuladeliğini de. Eğer tanrılar zevkten vergi istiyorsa öderim. Ama vergilerine de her seferinde itiraz ederim, karşı çıkarım. Woden ya da Şiva ya da Buda ya da o Hristiyan adam... neydi adı?.. Onlar buna saygı gösteremiyorsa, o zaman onların gazabına da razıyım. Hiç değilse bu zengin, yuvarlak gezegende, önüme serdikleri şöleni tatmış olurum, dişsiz bir tavşan gibi ondan kaçmamış olurum. En güzel şeylerin, bu dünyaya sırf bizi denemek için, büyük ödülü almamızı daha zorlaştırmak için getirildiğine inanmıyorum. Boşluğun güvenliğini de istemiyorum. Hayatı bu kılığa sokmak insanlara da tanrılara da yakışmaz.'

- Parfümün Dansı'ndan

1 Mart 2012 Perşembe

İnsanlar, Aynı Yollardan Geçen...

Kadıköy Akmar Pasajı'ndaki dükkanların birinde caz çalıyordu fonda. Dükkan sahibi 'hayatı anlamlandırmaya çalışıyoruz işte' demişti.

Evet; film, müzik gibi şeylerle hayatı anlamlandırmaya çalışıyoruz, doğru. Ama aslında tanıdığımız insanlarla yapıyoruz bunu. Bazı kişiler; sevgilimiz, eşimiz dostumuz, arkadaşımız olduğunda; onlar bu sıfatları aldığında, kendi yolumuzda yaşamımıza anlam kazandırmış oluyoruz.

Hayatımızdan gelip geçen insanlar, birbirimiz... Bunun için varız işte.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Blacksad : Kalbi Kırık Polisiye




Blacksad; bizde son bir buçuk yıl içinde yayınlanmış olmasına rağmen Fransa'da aslında on yıl önce yayınlanmaya başlamış, Fransa-Belçika çizgi-roman ekolünden bir frankofon.

Özel dedektifimiz John Blacksad; kapital düzene, adaletsizliğe ve çürümüşlüğe karşı. Olayımız bu.

Esas olarak bir polisiye. Ama çizgi-roman estetiğini, Avrupa çizgi-romanının estetiğini barındırması güzelliğinin yanında onu, polisiye gibi binlerce kez binbir farklı şekilde işlenmiş, gerek Sherlock Holmes'la gerek başka filmlerle akıllarda kalan polisiye türünden ayıran, 2000'lerde bile zevkle okunabilir yapan yanları var. Şöyle bir düşünmeden önce bile bunu hissettim ben. 'Bir başka güzelliği var bunun yahu' dedim.

Şöyle ki; dedektifin meydan okuduğu kokuşmuş dünyanın okura/izleyiciye verdiği duyguyu çizimleriyle çok çok başarılı bir şekilde veriyor. Kareler sinematik ve çok gerçekçi, ayrıca akrilik kullanılarak elde boyanmış, ki artık pek rastlanılmayan bir durum bu.

Neredeyse en önemli güzellik ise, karakterlerin, kişiliklerine göre, hayvanlar şeklinde resmedilmiş olması. Mesela adamımız Blacksad bir kara kedi. Bilgi almak için girdiği barın kokuşmuş barmeni ise bir domuz vs. İnsanların hayvanlara yüklediği anlamın, ruhun ne şekillere girebildiğini kanlı canlı görmek ve hissetmek işin ayrı bir güzel yanı böylelikle.

Ve araştırdığım kadarıyla (polisiye türünü yemiş bitirmiş olanlardan değilim) dedektif hikayelerinde olmayan, siyasî bir taraf da var Blacksad'de. Sosyal devlet algısı, insanlar arasındaki sınıf farkı arka planda kendini hissettirmiyor değil.

Bahsettiğim dünyanın hüznünün yanı sıra esas oğlanımız Blacksad de genelde ıssız adam modunda takılıyor. Pek mutlu olduğu görülmüyor. Görevlerini ne tamamen zekâsıyla ne de tamamen kas gücüyle çözüyor. Bu kederini de karelerde bolca hissediyoruz.

Ben bu hikâyeleri beğenerek okudum. Gerek çizimleri, gerek aksiyonuyla sevmeyen birilerinin çıkacağını pek sanmadığım bir hikâye Blacksad. Abisi sinema gibi henüz yeni sayılabilecek olan çizgi-roman sanatının zirve noktalarından biri diyorsunuz.


'Dünya, insanların hayvanlar gibi davrandığı bir orman...'










25 Ocak 2012 Çarşamba

Güzelleme


Mizah, hayatın gözü, bütün resimlerin en renklisi. Hayatın dili, bütün seslerin en dayanıklısı. Kahkahanın patronu, özeti gözyaşının. Yasak edilenin hikâyesi. Şehre inmiş Timur fili. Abazan hayıflanmalar.

Mizah, resmiyetten çalınmış anlar. Yarası kendisi. Kanadıkça güldürür, kanı muhtevası; kabuk bağlasa tükenecek. Mizah yaşadığı yere benzer. Eşekle sevişir. Hacivata kafa atar; kapıdan döner, bacadan girer icabında. En kibarı sessizce gaz çıkartır, efendinin önünde saygıyla eğilirken.

Hayk Mammer, Cilalı İbo, Adanalı Tayfur, Turist Ömer hep açlığa mahkûm. Acısı bilinçaltı.

Mizah memlekettir, yaşadığı yere benzer.


(Kaynak: derinhakikatler.blogspot.com)