23 Eylül 2017 Cumartesi

Sadece Bir Albüm Kapağı

Günlük hayatın içindeki her şeyi bir temsil olarak kabul etmek mümkün. Gördüğünüz alelade bir koltuk, bulunduğu ülkenin üretim faaliyetlerinin ve alım gücü kapasitesinin bir sonucu ve onu alan ve odaya yerleştiren kişi/kişilerin beğenisi ile ekonomik gücünün toplamını temsil ediyor diyebiliriz mesela. Yani nesneler görünümleri ve işlevlerinin dışında görünmez bir katma değer kazanarak bir şeyleri "temsil" eden varlıklar haline gelebiliyorlar insan gözünden bakınca. Hatta abartırsak, tüm bu temsillerin oluşturduğu psikolojik bir görünmez dünya daha var diyebiliriz; fiziksel dünyayla iç içe varolan. Stranger Things'deki upsidedown gibi. Ya da astral dünya gibi. Anladınız siz.

Her bir insanın algı kapasitesi ve hayal gücüyle orantılı olarak belirginliği değişen bu "temsiller dünyası" ile fiziksel dünyanın birbirine bağlandığı noktalar olduğunu düşünüyorum. Geçit de diyebiliriz bunlara. Bu geçitler... Biraz abartı olacak ama; insanın -düşünebilmesi sayesinde- dünyayı diğer canlılardan inanılmaz bir farkla daha iyi algılayabilmesinin sırrının açığa çıktığı noktalar. İnsanı insan yapan yükseliş anları.

Çünkü fiziksel dünya ve mevzubahis "temsiller dünyası" arasındaki nokta, fiziksel ve sıradan şeylere olduklarından farklı bir anlam yüklediğimizin anlaşıldığı yer. İnsan olarak koltuğa sadece "oturulacak yer" olarak değil, "hmm rengi güzelmiş, odaya uymuş" da diyerek onu bir meta haline getirdiğimiz yer. İnsan olarak zaten en büyük farkımız da bu; sadece tüketmiyoruz, tüketirken ona bir anlam atfediyoruz.

Çok uzun bir giriş oldu, amacım bu kadar uzatmak değil, sadece bir albüm kapağından bahsetmekti. İşte bu anlattığım "Temsiller Dünyası"nın içinde bile -bana göre- varlığını diğer nesnelerden çok daha fazla belli eden, adeta parlayan bir albüm kapağından.

Kapak bu, vibrafoncu Milt Jackson'ın cazın büyük gitaristlerinden Wes Montgomery ile ortak kaydettiği albüm "Bags Meets Wes!"in kapağı. 1962 tarihli bir albüm.




Bunu geçenlerde Ekşi Şeyler için vibrafon içeriği yaparken keşfettim. Belki de binlerce albüm kapağı görmüşümdür, ki buna benzer de yüzlerce albüm kapağı var büyük ihtimalle ama bu bende ayrı bir etki yarattı. Ayrı etki yaratması oldukça sıradan olabilir; vücudumun kimyasının bu tür bir şeyden fazla etkilenmeye müsait olduğu bir zaman aralığına denk gelmiş ya da kısa bir süre öncesinde yaşadığım herhangi bir olay beni etkilenmeye daha uygun bir ruh haline konumlandırmıştır, pek bilmiyorum, bunu bilmek de gereksiz zaten (ve biraz üzücü).

Fotoğtaftaki Montgomery ve Jackson'a baktığım zaman... Tanımlaması zor, ama fiziksel dünyadaki varlığını çok geride bırakmış, daha çok temsiller dünyasında parlayan bir duygu hissediyorum. Sadece el sıkışıp gülmüşler ama buradaki samimiyet, albüm adına (Bags meets Wes!) direkt olarak daha uygun olsun diye el sıkışmaları, bir örnek giyinmeleri (bu da belki bendeki böyle giyinilen döneme ait nostalji hissini tetikliyor), o an sadece müziklerini (ekmek kapılarını) icra etme isteği (ama buna çok ünlü olma ve dergilere sayfalarca röportaj vermek şeklinde tezahür edebilecek olan hırs eşlik etmiyor kesinlikle) toplaşıp en hafif tabirle gülümsememe neden olan bir hissiyat uyandırıyor. Dünyadaki çoğu şeyden daha iyi hissettirebilen bir şey. Sayesinde fiziksel dünya ve temsiller dünyasının birleştiği o geçitten geçmemi inanılmaz hızlı derecede sağlayan bir şey. Görünüşte bu; sanatsal olduğu kadar ticari amaçla da üretilmiş, iki adamın el sıkışırkenki fotoğrafının bir plak kartonuna basıldığı bir ürün yalnızca. Ama (benim kapasitemle de orantılı olarak) beni o muhteşem temsiller dünyasına ışınlıyor ve fiziksel dünyaya ayrı bir anlam daha atfetmemi sağlıyor. Işıldıyor.

Evrendeki her şey gibi, burada da sayısız anlam ve olasılık iç içe geçmiş durumda ve ben bunu, belki de "temsiller dünyası ve fiziksel dünya" şeklinde sayıca az seçeneklere indirgeyerek netleştirmeye çalışıyorum... Bu düşünceden sonra bile kapağın yarattığı etki azalmıyor; bu da şimdilik, nesnelere ve sıradan şeylere yüklediğimiz anlamların değerini korumak için fazlasıyla yeterli. Bu düşünce beni yatağımın, gece yatarken başucuma koyduğum su bardağının, yeni aldığım şifonyerin ve çok daha fazlasının varlığının yarattığı temsiller dünyasının güzelliğine kapılmam için epey güçlü bir şekilde iki dünyaya da bağlayıveriyor. Bir nevi yakıt işlevi görüyor. Yaşama yakıtı.

Bu yüzden iki dünyaya da ihtiyacımız var, daha çok da kendi yarattığımız temsiller dünyasına.

Mevzubahis albümü dinlemeye başlıyorum. İki dünya birleşiyor.



3 Haziran 2017 Cumartesi

Bukowski'nin Müziği Keşfettiği An

nasıl başladığı hakkında en ufak bir fikrim yok.
çocukken klasik müziğin muhallebi çocukları için
olduğunu düşünürdüm, hatta lisede daha da
güçlenmişti bu duygu.

evet, sanıyorum o plak dükkanında
başlamıştı.
kabinimde o zaman ilgimi çeken
müziği dinliyordum.
sonra yan kulübeden gelen müziği
duydum.
tuhaf ve sıradışı gelmişti bana
sesler.
adamın kulübesinden çıkıp
plağı tezgahtara iade ettiğini gördüm.
tezgahtarın yanına gidip aynı
plağı istedim.
verdi.
kapağına baktım.

"ama, senfonik müzik bu!" dedim.

"evet", dedi tezgahtar.

plağı kulübeye götürüp
dinledim.

ömrümde böyle bir şey
dinlememiştim.
yazık ki o harikulade
bestenin ne olduğunu artık
hatırlayamıyorum.

plağı satın aldım.
odamda bir pikap
vardı.
tekrar tekrar dinledim
o plağı.

tutulmuştum.

çok geçmeden kullanılmış plak
satan bir dükkan olduğunu keşfettim.
üç plak teslim edip iki
plak alınabileceğini
öğrendim.

çok az param vardı
ama çoğu şaraba ve
klasik müziğe gidiyordu.

o dükkanda ne kadar plak varsa
dinledim.

zevklerim tuhaftı.
beethoven'ı seviyordum ama
brahms'ı ve çaykovski'yi
yeğliyordum.
borodin uymamıştı.
chopin ise sadece
bazen.
mozart sadece
kendimi iyi hissettiğimde,
ki enderdi.
smetana'yı aşikar, sibelius'u
müthiş buluyordum.
ives kendinen fazla memnundu.
goldmark'ın hakkının
yendiğini düşünüyordum.
wagner karanlık enerjinin
köpüren mucizesiydi.
haydn özgür aşkın
ses dönüşmesiydi.
handel insanın başını alıp
tavana yükselten şeyler
yaratıyordu.
eric coates inanılmaz derecede
sevimli ve cin fikirliydi.
ve yeterince uzun dinlemişsen
bach'ı
başkasını dinlemek istemezdin.
bir sürü besteci
daha...

kentten kente
göçüyordum ve
beraberimde pikap ve plak
taşıyacak halim de yoktu,
bu yüzden klasik müziği
radyoda dinlemeye
başladım.

radyo ile sorun
birkaç standart bestenin
tekrar tekrar çalınmasıydı.
çok fazla dinlemiştim aynı besteleri,
nerede hangi notanın geleceğini
biliyordum.
ama iyi yanı daha önce ne müziklerini
ne de adlarını duyduğum yeni
bestecilerden yeni besteler dinleme
olanağıydı. adları sanları bilinmeyen
ve harikulade, insanın ruhunu
kıpırdatan besteler yapmış
bu kadar çok besteci olmasına
şaşmıştım.
bir daha duyamayacağın
besteler.

radyodan klasik müzik dinlemeye devam
ettim, on yıllardan beridir
dinlerim.
şimdi, yazarken,
mahler'in 9. senfonisini dinliyorum.
her zaman en sevdiğim bestecilerden biri olmuştur mahler.
bestelerini bıkmadan tekrar tekrar
dinleyebilirsiniz.

kadınların arasında, işlerin
arasında, korkunç kötü ve iyi
zamanların arasında, ölümlerin
arasında, hastanelere düşerek,
aşık olup hüsrana uğrayarak, göz
açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibi gelen
on yılların arasında
o kadar çok gece var ki
radyo ile geçirilmiş.
bütün geceler
neredeyse

o kabinde ilk kez
dinlediğim bestenin adını
hatırlamayı çok isterdim, ama
aklıma gelmiyor.
fakat tuhaftır,
şefi hatırlıyorum
eugene ormandy,
en iyilerinden
biri.

şimdi mahler bu odada,
benimle
ürpertiler ise sırtımdan
enseme çıkıyor...
harikulade,
harikulade!
nota okumayı filan bilmem
ama
dünyanın başka hiçbir parçasına benzemeyen
bir parçasını keşfettim.

hayatıma
yürek kattı,
buraya gelmemi sağladı.

- Charles Bukowski
Gülün Gölgesinde, 2016
Parantez Yayınları



ilk bakışta bukowski'yi birkaç yıldır tekrar trend olan plak mevzusuyla gördüğüm, bahsettiği mevzuya nostaljik ama bir o kadar da samimiyetsiz bir perspektiften baktığım düşünülebilir. adamın plak formatına özel bir ilgisi yoktu doğal olarak, o zamanlar müzik dinlemenin tek yolu oydu sadece. zaten şehir değiştirince radyoya geçtiğini de söylüyor.

ama insanın hoşuna gidiyor işte, ilk bakışta da olsa, kendimin -tamamen aynı formatta- meşgale edindiği şeylerin, yıllar önce dünyanın öbür ucundaki yazmakla uğraşan bir adamı da aynı şekilde etkilediğini bilmek, sonra da bunu yıllar sonra bir kitabından okuyarak öğrenmek hoşuna gidiyor. belki de bu sadece, en azından hayattayken ihtiyacını hissettiğimiz görünmez bir bağ kurma güdüsünün bir parçasıdır, ya da bir sonucudur.

yine de insanın hoşuna gidiyor.




6 Mart 2017 Pazartesi

"...Görsel sanatların birçok kişi için anlaşılmaz kalmasının bir nedeni de, her sanat eserinin uzun sanat üretimi diyalogunda bir ifade, bir söz işlevi görmesidir. Her eser kendinden öncekine onu genişleterek, eleştirerek veya yıkarak cevap verir. Bir sergiye gitmek -her ne kadar doğrudan konuşan ve tek başına duran bazı sanat eserleri varsa da- kimin konuştuğunu, daha önce neler söylendiğini ya da konuşulan dili bilmeden bir görüşmenin ortasına düşmeye benzeyebilir."


-Rebecca Solnit
Yakındaki Uzak, 2015
Encore Yayınları

4 Mart 2017 Cumartesi

Sisin İçinde Gölgeler


Şile sahilinde birkaç adımdan ötesi sisin içinde eriyip kaybolmuş. Neredeyse haddinden fazla şişmiş tek bir koca bulutun içinde, bitmesi mümkün görünmeyen bir yürüyüşe çıkmış gibiyiz. Yeterince uzun yürürseniz zaman algınızı da usulca kaybediyorsunuz. Etrafta kimse yok, bembeyazlığın içinde yürüyoruz sadece.

Sahilde karşıdan gelen bir nokta, bulanık bir siluetten anlaşılır bir şekle bürününceye kadar yavaşça yaklaşıyor. Bir köpek bu, içten içe yiyecek bir şeyler aradığını bilsem de diğer sokak hayvanlarının aksine kendini sahile atıp gezmeye çıkmış kafası rahat bir köpeğe benziyor. Sevip okşuyoruz, yürümeye devam ettiğimizde ise peşimizden geliyor.

İşte o yürümeye birlikte başlanılan an, tüm o soğuğun, sisin ve beyazlığın içinde bir şeylerin tekrar canlanmasına sebep oluyor. Sanki zaten bir süredir birbirimizi arıyormuşuz da, artık eşleşme tamamlanmış gibi. Sanki hayvan ve insan gibi zamanla birbirinden ayrı konumlanmış iki tür milyarlarca yıl önceki bağlarını hiç koparmamış, içlerinde bir yerde aynı cins hücreleri taşıdıklarını yeniden hatırlamış gibi. İçimdeki primat taraf bunu farkediyor, iki canlının içindeki gerçeklikler bunu biliyor. Fabrika ayarlarına geri dönüyoruz, bizim tekrar birlikte yürümemizi sağlayan şey, insan olarak bizim belki de unuttuğumuz ama köpeklerin hiç unutmadığı o gerçeklik algısı, hayatta hep beraber varolduğumuz duygusu. Cins, dil, din, ırk ayırt etmeden bizi severler, biz birbirlerimize sürekli etiket yapıştırıp kavga ederken onlar en sade ve en içten şekilde kuruyorlar ilişkilerini. Varoluşta birlikte örülmek denen şeyi çok daha temelden hissediyorlar.

Ve bunun gibi tesadüfi karşılaşmalar sayesinde biz de tekrar hatırlıyoruz; bu yakıcı farkına varma anı, dışarıdan gözüktüğünden çok daha faydalı oluyor. Onun köpekliği sayesinde biz insanlığımızı hatırlıyoruz. Birlikte yürürken ve daha sonra ona büfeden bir şeyler alıp yedirirken bu; tüm çıplaklığıyla ama gösterişsiz bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu dünyada hep beraberiz.

Biraz daha dolaştıktan sonra otobüse binip şehir merkezine dönüyoruz. Ama geldiğimiz andaki halimizden farklı olarak artık.