13 Temmuz 2020 Pazartesi

Red Kit İsmini Kim Koydu?

Eskiden, yabancı çizgi romanlar Türkçe yayınlanacağı sırada isimleri değiştirilirdi. Red Kit de orijinal ismiyle (Lucky Luke) yayınlanmamış, ticari olarak daha uygun olduğuna inanarak başka bir isimle sunulmuştur. Çizgi roman koleksiyoncuları kendi aralarında bir tartışma yaşamışlar ve kısmen de benim yirmi yıl önce yazdığım metinlere referans vererek doğru-yanlış tartışmasına girmişler. Ben de gelişmelerden böyle haberdar olabildim. Yener (Çakmak) abiyle mesajlaştık. Ben çizgi roman tarihiyle uzun zamandan beri ilgilenemiyorum. Yeni insanların benim ya da başkalarının yazdıklarını geliştirecek çalışmalar yapmaları en büyük temennim. İtiraf etmem gerekirse Red Kit'e isim babası kimdir meselesiyle pek ilgilenmiyorum, çizgi romanla ilişkimi de bu türden malumat üstüne kurmamaya özen gösteriyorum. Yoksa pek çok fan ve koleksiyoncu bana bir kahramanın özel bir macerasını, yayın yılını, hangi sayıda yayınlandığını, kapak çizerini ve saireyi soruyorlar, özel bir nedenden dolayı ilgilenmemişsem cevap vermiyorum, bilmiyorum da...Ancak bir alanda çalışırken meseleye yoğunlaştıkça kimi şeyler hem dikkatinizi çekiyor hem de istemeseniz de bilebiliyorsunuz.

Red Kit'i çoğu kişi gibi bana da sevdiren şey Milliyet gazetesinin zamanında ek olarak verdiği bu küçültülmüş öykülerdi.

Red Kit'in isim babası kimdir sorusuna cevap olacak bir özetleme yapayım. 1991 yılında kendisiyle ses kaydı alarak yaptığım röportajda Turhan Selçuk bana Red Kit'in isim babasının Oğuz Alplaçin olduğunu söylemişti. Red Kit ilk kez onun çıkardığı Dolmuş dergisinde Lük Lük adıyla yayınlanmıştı ve çeviriyi, iddiaya göre o yapmıştı. Hoş, Fransızcası olmadığını söyleyenler de var ama iddia böyleydi. Daha önce çeviriyi o yaptığı için yeni yayını sırasında da ona danışılmıştı vs vs....İkinci isim, kaligrafist-Baloncu Ferdi Sayışman'dı.  Çeşitli defalar Red Kit'in ismi babası olduğunu söyledi. Bu iddiayı babası gibi baloncu olan Şevki de yineledi. Üçüncü isim, o yıllarda yine balonculuk yapan Vehip Sinan'dı: Doksanlı yılların sonunda katıldığı Hasan Kaçan'ın bir tv programında diziye ismi kendisinin verdiğini anlattı. Buna göre, yayıncı Adnan Şakrak, kendisinden yardım istemiş ve o da bu ismi uygun bulmuştu. Son iddiayı Yener Abi paylaşmış, halen hayatta olan yayıncı Şakrak'ın ismi belirlediğini, hatta çeşitli korsan yayınları engellemek için Red Kit ismini tescil dahi ettirdiğini söyledi. Adnan Bey halen yaşıyormuş ve ona da sorulabilirmiş...


Vehip Sinan

Anlaşıldığı üzere biraz karışık... Sakin bir araştırmacıysanız, bunları aktarırsınız, bilirsiniz ki birinden biri yanlıştır, hatta hepsi yanlış olabilir. Yanlış hatırlıyor veya "yalan" söylüyorlardır. En sondan başlayalım, Red Kit ismi niye tescil ettirilir? Bu bir yabancı yayın ve telifini ödeyerek belli bir süre için Türkçe yayın hakkına sahip oluyorsunuz. Oysa Türkiye'de genellikle telif ödemeden kopyalanarak yayıncılık yapıldığı için adam asıl olarak "bu mal benim" diyerek, diğer yayıncılara dava açıyor ve ticari olarak zarar verebiliyordu. Öyle ki yayıncı gidip telif hakkını satın alsa bile geçmiş yayınlar ve yayıncılar nedeniyle yayından vazgeçebiliyordu. Lük Lük olan isim bu yüzden Red Kit bile yapılmış olabilir. İsim hakkını yayıncı tescil ettirebilir, ticari olarak ürünün-temsil hakkı sahibi o tarihte Şakraklar...İsim babası olduğunu iddia eden Sinan ve Sayışman tescili bendedir demediler zaten...Rica ettiler ismini ben koydum, öyle yayınlandı diyorlar. Açıkçası ben yayıncı dururken baloncunun isim koyabileceğini sanmıyorum. Aradan yirmi yıl geçti, şimdi yazacak olsam, bunun altını çizerim. Kişisel fikrim, Tommiks ismini de Samim Utkun filan koymamıştır. Münir Hayri Egeli gibi bir yayıncı, büyük bir ego, yanında çalışan birine bana bunu yaptırmaz gibi geliyor ama ne yazık ki tek kaynak Samim Utkun olunca mukayese imkanı kalmıyor. Aynı şey burada da kendini gösteriyor: Vehip Sinan, Ferdi Sayışman, Turhan Selçuk, Oğuz Alplaçin vefat ettiler. Adnan Bey yaşıyormuş, sahiden de doğrusunu o anlatsa bile bu kadar insan bir iddiada bulununca ben doğru-yanlış tartışmasına giremiyorum. Çeşitli iddialar var demek durumundayım.

Özel not: Red Kit ismiyle ilgili tartışmalardan facebook hesabıma-zaman tünelime yapıştırılan bir bağlantı sayesinde haberdar oldum. Bağlantıyı paylaşan İsmail Kar'a teşekkür ederim. Bu vesileyle Yener abiyle haberleşmiş olduk.

[Yazıyı 2013 yılında yazmıştım, tekrar soruldu veya sorun edildi diyelim, yineliyorum.]

Yazan: Levent Cantek
Kaynak: Cantek'in derinhakikatler.blogspot.com'da yer alan blog postu. Benim de merak ettiğim bir konuydu, isim babasını uzun süre Ferdi Sayışman biliyordum, başka isimler de varmış. Unutmamak ve yazıyı kaybetmemek adına kendi blog'uma da almak istedim.

17 Mayıs 2020 Pazar

Highway 61 Revisited Kitabı Üzerine

"Yorucu on kıtadan sonra finalde enstrümantal kısım girer, uzun mızıka solosunu -Dylan'ın Highway 61'deki en uzun mızıka solosudur- McCoy'un gitarı destekler, ikili Batı ve Apalaş Dağları'na has baladları aynı frekansa taşıyıp, eve dönüşü hissettiren, şarkıyı insanın hasreti kadar eski, müziğin doğuşu kadar tarihi bir acıyla hüzün bahşeden bir uyum içindedir. Son birkaç üfleyiş ve final pena vuruşuyla şarkı biter, bu albümde ilk defa ve sadece bu şarkıda ses yavaşça alçalarak kesilmez, kendi doğal akışında bir anda sonlanır."


Enfes bir inceleme. Genellikle üzerinden epey zaman geçmiş ve kült statüsüne ulaşmış popüler kültür ürünlerinin üzerinde artık dağıtılamaz ve biraz da yapay bir "efsane" kilidi bulunur. Bu nedenle de üzerine yazılıp çizilen şeyler o ürünün özüne sanki pek ulaşamaz, o efsane titrini dağıtmayarak fazla yararlı olmayan bir güzelleme yaparlar ancak, dışarıdan bakarlar. Ancak yazar Polizzotti böyle bir üslup belirlemeyip albümün olayını en içeriden, en dürüst ve en ayrıntılı şekilde yeniden örmüş. Bob Dylan'ı bir ikon olarak üst yere konumlandırıp geri kalan nesnel bilgilerle de uğraşabilirdi ancak Dylan'ı da çevresinden, hassasiyetlerinden, babasıyla olan ilişkisinden, uyuşturucu bağımlılığından, Joan Baez'e olan bariz kötü davranışlarından, ikili ilişkilerinden mürekkep bir karakter olarak yeniden görünür kılmış ve albümde yer alan-almayan her bir şarkının hikayesini bu Dylan ile çok isabetli bir şekilde eşleştirmiş. Okurken Bob Dylan'ın, en sürreal sözlerinde bile aslında yaşadıklarını ve gözlemlerini yazdığını bir kez daha görebiliyorsunuz.

Bunun yanısıra esaslı Dylan fanlarının bile -bence- bilmediği pek çok ayrıntı da sevindirici bir unsur. Desolation Row'daki solo gitarın aslında Michael Bloomfield değil de Charlie McCoy'a ait olması, Dylan'ın Joan Baez'in kardeşi Mimi ve eşi Richard Farina ile ilişkisi (Crawl Out Your Window'un direkt Farina'ya gönderme amaçlı yazılmış olmasının anlatıldığı kısım metnin zirve noktalarından biri), prodüktör Tom Wilson'ın kayıtların ortasında Bob Johnston ile değiştirilmesi gibi bilgiler uzun süredir Dylan ile haşır neşir olan benim için de taze bilgiler oldu. Gitarist olarak kayıtlara katılan Al Kooper'ın tesadüf eseri klavyeye geçişi gibi artık klasik olan hikayeler de yine burada yerini alıyor.




Bir müzisyeni direkt olarak albümleri dışında kitaplar, röportajlar veya biyografiler üzerinden de takip etmenin insanı müziğin kendisinden uzaklaştırıp uzaklaştırmadığını, müzisyeni (hatta herhangi bir sanatçıyı) neredeyse bir obje haline getirip getirmediğini ara sıra kendime sorsam da bulduğum cevap genellikle gayet olumlu oluyor. Dylan'ı da hakkında üretilen her şeyle bir bütün olarak tecrübe etmeyi seviyorum. Kendisi bundan pek hoşlanmasa da Dylanoloji gibi bir kavramın bile ortaya çıkmasına elverişli bir karakter olduğu gerçek.

Bu kitap, orijinalinde 2003'te başlayan ve her bir cildinin tek bir albümü anlattığı 33 1⁄3 serisinden. Mart 2020 itibarıyla 144 albüme ulaşan ve Kanye West'ten Guns N Roses'a pek çok farklı türü, sanatçıyı kapsayan bir seri bu. Bizde Kara Plak Yayınları seriye bu kitapla girdi ancak kendilerinden öğrendiğim kadarıyla devam etmeyecekler maalesef. Türkçe müzik kitaplığı için bayağı güzel bir iş olurdu.

17 Şubat 2020 Pazartesi

2019 Albümlerim


“Life is like a beautiful melody, only the lyrics are messed up.”
- Hans Christian Andersen


10. Lifeforce in the Trust of Deep Mystery - The Comet is Coming (2019)



Favori şarkı: Summon The Fire


9. Cherry Domino - Best Youth (2018)


Favori şarkı: Nightfalls


8. Euphoria Morning - Chris Cornell (1999)


Favori şarkı: Follow My Way


7. Blizzard of Ozz - Ozzy Osbourne (1980)


Favori şarkı: Mr. Crowley


6. Lover - Noah Gundersen (2019)


Favori şarkı: Older


5. The Optimist - Anathema (2017)


Favori şarkı: The Optimist



4. “Let’s Rock” - The Black Keys (2019)


Favori şarkı: Breaking Down


3. Shadow of the Moon - Blackmore’s Night (1997)


Favori şarkı: Shadow of the Moon


2. Lightbulb Sun - Porcupine Tree (2000)


Favori şarkı: Shesmovedon


1. Western Stars - Bruce Springsteen (2019)


Favori şarkı: Western Stars


Blizzard of Ozz'dan yeni haberim olmadı ancak Osbourne'nun gitaristi Randy Rhoads'ın hikayesini bu sene öğrenmemin ardından albümü bir bütün olarak tekrar dinledim ve hissiyatı resmen içimde büyüyerek unutulmaz bir hale geldi diyebilirim. Mr. Crowley'nin solosu daha önceleri, evet halihazırda çok iyi olmasına rağmen, klasik bir hard rock/heavy metal solosundan farksız gelirdi ama şimdi henüz 25 yaşında ölüp giden Randy'nin insanlığa armağan ettiği bir çeşit veda ağıtı gibi tınlıyor. 

Bu yazıyı yazdığım tarihte (16 Şubat 2020), Noah Gundersen'ı nihayet, 31 Ocak günü Dorock'ta solo bir şekilde izlemiş bulunuyoruz. Her albümünü pür dikkat dinleyince bir şarkıcıdan ziyade bir arkadaş gibi görmeye başladığım birini yakından izlemek bir çeşit büyük buluşma hissi vermiyor değil. Dünyanın öteki taraflarında da senin gibi birileri var ve önünde sonunda buluşuyorsunuz, eğer gerçekten duygularınıza sadıksanız (bu nasıl genellemedir üsdâd). Keşke solo yerine grubuyla gelseydi diye de düşünüyorsunuz tabi. İster istemez sevdiğiniz sesörgüsünden mahrum kalıyorsunuz çünkü. Artık başka sefere. Plakları imzalattık en azından.

Yeni albümü Lover ise elektronik sesörgüsü ve cilalı prodüksiyonu ile biraz hayal kırıklığı. Temelinde Gundersen'a özgü şeyler kendini korumaya devam ediyor ancak üslubu, Ledges ya da Family'de vurulduğum sıcaklık ve samimiyetten uzaklaşmış. White Noise'dakinden de büyük bir değişim sözkonusu. Albümün kendisi yerine sonradan çıkan Acoustic Selections from Lover'ı dinlemek daha mantıklı. Abartı autotune duymuyorsunuz en azından.


Noah Gundersen @ Dorock XL, İstanbul / 31.01.2020

Black Keys sonunda yeni bir albüm yaptı ve herkesin farklı bir şeyler olmaya "kastığı" şu dönemde modayı falan siktir edip onları tanıyıp sevdiğimiz hallerini hiç bozmadıkları bir uzunçaları sürdü önümüze. Arctic Monkeys'in bile Tranquility Base Hotel + Casino gibi kendi tarzlarını bıraktığı bir albüm yaptığı günümüzde, "Let's Rock" bu açıdan değerli ancak ilerisi için sıkıntılar var. Bu değişmezlik hali yeni albümlerde devam ederse eski izleyicisi için soru işaretleri oluşmaya başlayacaktır. Turn Blue müziklerini bir ileri noktaya çıkartma açısından muhteşemdi, Let's Rock ise tüm güzelliğine rağmen bir Turn Blue değil maalesef.

Bazen kendime bile itiraf etmekte zorlandım ancak Patron'a bir süredir doymuş gibiydim, özellikle de kallavi biyografisini okuyup Netflix'teki Broadway şovunu seyrettikten sonra artık anlatabileceği yeni şeylerin olduğundan şüpheliydim çünkü. Ama yeni solo albümü Western Stars, bu şüphelerimi öyle bir susturup öyle bir pişman etti ki beni, beni öyle utandırdı ki, evime öyle ateşler saldı ki pişmanlık duygusu cisimleşti, havada elle tutulur bir hal aldı. Albüm, öncelikle atipik sesörgüsü sayesinde gerçekten şaşırtıyor. Yaylılar ve sakin ritmlerle ilerliyor. Büyük bir olgunluk hakim. En azından Patron depresyonu atlatmış gibi. Epik bir şeyler hissediyorsunuz kısaca. Kendinizden büyük şeylerin parçası oluyormuş gibi. Koca bir hayatın sonuna gelen ve ona dönüp geriden şöyle bir bakan biri gibi. Yüreğine sağlık diyorum. Sen 70 yaşında nasıl böyle bir şey yapabiliyorsun, aklım almıyor.


Amerikan çayırında beygir türküleri

Uzun süredir Anathema dinlemiyordum. Bu yılki Türkiye konserleri hem eskiyi tekrar etme, hem de yeni Anathema'yı keşfetme fırsatı oldu. The Optimist bunun için ideal bir albüm.

Nick Cave ve Angel Olsen'ın yeni albümlerini hakkını vererek dinleyemediğim için listeye almadım. 2 yılda bir yeni albüm gelmesi sanırım ister istemez hafif bir bıkkınlık yaratıyor. Keşke albüm araları daha uzun olsa. Birini sindiremeden çat diye yenisinin gelmesi, her bir albüm için ayrı ayrı grafik tasarımlar yapılması (artık grubun logosu bile albümden albüme değişiyor), pr çalışmaları, yeni sahne tasarımları derken "hangi angel olsen?" sorusu zihnimi kurcalıyor örneğin. Her albümde sesörgüsü başta olmak üzere her şey değişiyor gibi, hem de hızlı şekilde. Bu durumda benim sevdiğim şarkıcı hangisi olabilir ki? "Yaratıcılık 2 yıllık aralıklara bölünüp o sıklıkta tekrar tekrar var edilebilen bir şey mi?" sorusunu da sorarsak endüstri ve sanat arasındaki saçmasapan mevzulara dahi girebileceğimizden burada bırakıyorum böyle.  


Albümler bir kenara, 2019'da en çok dinlediğim şarkılar şunlarmış




"Mutlu yıllar" yazacağım ama bu yazıyı o kadar geç yazdım ki o bir ayda olan oldu zaten. En son Kobe Bryant da öldü gitti. En azından savaş çıkmadı ya da koronavirüs henüz buralara gelmedi. Belki Arctic Monkeys bu yıl yeni albüm yapar.

Sanırım bu, albümler listesinin 10. yazısı, yani 10. yıl. Bundan sonra başlıklara "geleneksel" ibaresi koyacağım.


Önceki listeler

2018, 2017, 2016, 2015, 2014, 2013, 2012, 2011, 2010


15 Ocak 2020 Çarşamba

Yeni Bob Dylan Filmine Dair Serbest Düşünceler


Bir kez daha beyazperdede, 1965-1966 arasında akustik folktan elektro gitarlı rock'n roll'a geçişi anlatılacak Bob Dylan'ın. Ancak yetmedi mi yahu? Martin Scorsese No Direction Home belgeselinde (aslında bu projeyi yönetmesi için scorsese sonradan başa getirildi ama olsun), Todd Haynes de I'm Not There kurgusunda 1965 Newport Folk Festival'da ayyuka çıkan bu geçiş dönemini iyi bir şekilde anlattı zaten. Hem belgesel, hem de kurgu formatında anlatıldı yani. Hatta 1965 tarihli Don't Look Back belgeseli de Dylan'ın 1965 İngiltere turnesini filme alarak bunu anlatıyordu. Dylan söz konusu olduğunda sürekli bu geçiş mi gündeme gelecek? Kendisini sürekli yenileyen, farklı tarzlar ve sesörgüleriyle farklı kişiler olarak kendini ortaya koyan ve bir anlamda kendisinden kaçan (no direction home) bir efsaneye dair sürekli aynı şeyin anlatılması beni rahatsız ediyor. Evet, kariyerinin en güçlü zamanları Bringing It All Back Home-Highway 61 Revisited-Blonde on Blonde uzunçalarlarını yayınladığı ve folk kahramanından müziği değiştiren rock yıldızına geçiş yaptığı bu 14 aylık süreçti ancak şimdiye kadar sinemaya yansıyanlar bence yeterliydi. 



Filmin adının "going electric" olacağı ve James Mangold tarafından yönetileceği konuşuluyor. Mangold'u Walk the Line, Wolverine ve Ford V Ferrari'den biliyoruz. Going Electric isminin seçilme sebebi de, filmin uyarlandığı Elijah Ward'ın Dylan Goes Electric! kitabı. Kitabın alt başlığı ise "Newport, Seeger, Dylan, and the night that split the sixties..." 60'ları bölen o gece tabii ki 1965 Newport Folk Festivali'nde Dylan'ın sahne alarak sırasıyla Maggie’s Farm, Like a Rolling Stone, It Takes a Lot to Laugh, It Takes a Train to Cry'ı folk seyircisinin hiç alışık olmadığı şekilde, grubuyla bangır bangır elektro olarak çaldığı ve bayağı yuhalandığı 25 Temmuz akşamı. Hatta bu yuhalamanın ardından sahneden zorunlu olarak inmiş ve bir süre sonra geri dönerek It’s All Over Now, Baby Blue'yu akustik olarak çalmıştı. Özellikle bu şarkıyı seçmesindeki sebep seyirciye "artık eski Dylan bitti" demekten başka bir şey değildi tabii ki. Devamında, Blonde on Blonde'un da yayınlandığı 1966 baharı ise efsane İngiltere turnesiyle birlikte kariyerinin (popülerlik anlamında) zirvesi oldu diyebiliriz. İkonik kıyafetleri, basın toplantıları ve Manchester Free Trade Hall konserinde (bu konser kaydı 1997'de yanlış bir şekilde, Royal Albert Hall ismiyle yayınlanmıştı) karşılaştığı ünlü "judas!" (hain) nitelendirmesi de bu dönemde vuku buldu. Elbette sinema endüstrisi için en çekici dönem bu.

Dylan'ı canlandıracağı söylenen Timothee Chalamet konusunda ise kafam karışık. kendisini sadece A Rainy Day In New York'ta izlediğim için oyunculuğu konusunda geniş bir yorum yapamam, tipi için de idare ediyor diyebiliriz. Bir Cate Blanchett olması zor.



Müzisyen biopic'lerinin "tuttuğu" bir atmosferde (üstelik Dylan'ın klasik bir kurguyla sinemaya aktarılmadığı da düşünülürse) sıranın maalesef Bob Dylan'a gelmesi kaçınılmazdı. Yine de uydurma motorsiklet kazası sonrası inzivaya çekilmiş bir Dylan'ın dönüşünü anlatan, Planet Waves-Blood on the Tracks-Desire dönemine odaklanan bir filmi buna yeğlerdim. Time Out of Mind dönemi de olurdu. Ancak endüstri her zaman eski hikayeleri tekrar tekrar çevirerek yeni jenerasyonlara da satmanın peşinde olacak. Bugün Amazon Yüzüklerin Efendisi dizisi çekiyorsa, Star Wars için bir üçleme daha yapılıyorsa, etraf prequel ve sequel'lar ile doluyorsa sebebi bu. Yine de sadık bir Dylan fanatiği olarak tabii ki vizyona girer girmez izleyeceğim. Film yayınlandığı zaman bol bol Dylan konuşulacak olmasından da içten içe memnunum galiba... Belki bu sayede Dylan dinlemeye başlar millenial kuşağı. Zira müzik zevkleri kulak yakacak derecede kötü.