30 Aralık 2010 Perşembe

2010 Albümlerim

Her insanın biraz klişeleşmeye hakkı var,tabi bilinçliyse.Ben de bu sene dinlediğim albümlerden bazılarını listeledim.Aslında bu tarz şeyler insanın ne kadar yol katettiğini belirlemek açısından iyi de olabiliyor.Neyse;işte yaşlı 2010'un bana kazandırdıklarından bazıları:

1)Norah Jones-Come Away With Me (2002)

İtiraf ediyorum,Norah Jones'la ancak tanışabildim!Geç olsun güç olmasın mottosundan hareketle; geç kaldığıma üzüldüm biraz.Shoot The Moon, ne güzel şeysin sen öyle.Pek şirin,aşık olunası Norah ablamız da favori kadın müzisyenlerim arasına girdi böylelikle.

2)Bob Dylan-At Budokan (1978)

Bob Dylan'ın 78 Martında Rolling Thunder Revue/2 kadrosuyla ünlü Budokan Theater'da verdiği konserin kaydı.Konserleri bilindiği gibi hep farklıdır,şarkılarını dönem dönem farklılaşan sounduna göre hep yeniden yorumlar Dylan.Bu yüzden onun herhangi bir konser kaydını dinlemek,daima merak ve heyecan uyandırır bende.''Bu sefer ....'yı nasıl çalmış acaba?'' gibi düşünceler doldurur beynimi, dinlemeye başlamadan önce.

Bu konserde dolu dolu çalmış,bazı şarkıları ise şaşırtıcı biçimde reggea'ye kaymış.Ama 'It's Alright,Ma' ve 'Simple Twist Of Fate' in yorumları cidden şahane.Sonunda dinledim,mutluyum.

3)Queensryche-Promised Land (1994)

Progressive ne güzel şey.Bu albümden 'My Global Mind' favorim.

4)BB King-One Kind Favor (2008)

BB King üstadın 2008 Grammy ödüllü albümü.Aslında BB King'i hakkını vererek dinlemedim bugüne kadar,ama bir live'ını dinlemek onu sevmek için yeterli olur sanırım.Bu kayıt da eksiğimi kapatmak için sağlam bir adım.

5)Tori Amos-Under The Pink (1994)

Büyülü ses Tori ablanın üçüncü albümü.Uff,cidden insan görünümlü melek bu hatun.Nefesi ve piyanosu birleşince başka bir şeye gerek kalmıyor,bir anda bahsettiği dünyanın bir parçası haline geliveriyorsunuz.Şahane lan.En iyisi 'Pretty Good Year' ve 'Cornflake Girl'ü dinlemeye devam edeyim ben.

6)Bryan Adams-The Best Of Me (1999)

Bu yıl tanışma yılı oldu benim için.80'lerin abilerinden Bryan Adams'ı da tanıyabildim sonunda.Best Of'lar tanışmak için ideal aslında,tabi ki söz konusu müzisyenin kariyerini doğru tanımlayabiliyorsa.Bu toplamanın da buna uygun olduğunu düşünüyorum.O dönemleri yaşamak en objektifi,ama öyle bir şansım olmadı ne yapalım;80'ler müziğini pek sevmesem de Bryan Adams bir istisna artık.

7)Anathema-Judgement (1999)
Geç olsun, güç olmasın.Bi hüzün çöktü tabi.

8)Forrest Gump Soundtrack (1994)

Filminden sonra ancak dinleyebildim.Amerika'nın hemen hemen sembol olmuş tüm şarkıları mevcut bu güzide saundtırekte.Adlarını bilmediğim taş gibi bazı şarkıların adlarını artık biliyorum,örneğin Spider-Man 2'de çalan 'Raindrops Keep Falling On My Head' gibi.Dinlediğim en güzel soundtracklerden biri.Gerçi bu kadar simge şarkının kullanıldığı filmin albümünden başka ne beklenir ki?

9)Feridun Düzağaç-FD7 (2010)

Kısaca;Feridun'un diğer işlerine oranla daha hafif görünen,ama ilginç bir şekilde neşeli şarkılar.Dinlenilesi.

10)Bob Dylan-The 30th Anniversery Concert Celebration (1992)

Dylan coverlarını pek dinlememeye çalışıyorum.Çünkü aklımda sadece şarkının gerçek sahibinin,Bobby'nin sesi yer etsin istiyorum çoğu zaman.Ama aslında ufuk açıcı birşey,tabi.

Babalar çıkıp babalar gibi çalmış,söylenecek çok da şey yok aslında.Johnny Winter'ın Highway 61 yorumu zaten efsane,bunun dışında The O'Jays'in Emotionally Yours ve The Clancy Brothers'ın When The Ship Comes In coverları oldukça hoşuma gitti.Ritchie Havens'ı tanımıyordum,ama Just Like A Woman'ı biraz ruhsuzlaştırmış gibi.Ah,bir de bunları canlı izlemek vardı...

Eh,dinlediklerim arasında hakkında yazabileceklerim bu kadar.









26 Kasım 2010 Cuma

Harry Potter And The Deathly Hallows Part 1

Evet,bir Harry Potter filmi daha gelip geçti.Kısa kesiyorum,benim için herşeyiyle önemli bir olaydır bu seri.2 defa izleyip demlendikten sonra birşeyler yazabilirim galiba.
Açıkcası David Yates denen deneyimsiz ötesi yönetmen(?!) 5 ve 6. filmleri katlettikten sonra son kitabın iki bölüm halinde çekilmesi bile bir beklenti uyandıramamıştı bende.Zaten 6. kitabın önemli olayları öylesine kenara itilmiş ve yerine ergen aşk meşki konulmuştu ki,7 için gerekli zemin zaten oluşmamıştı.Hatalara isyan kısmını atlıyorum artık,dedim ya;beklentimi öldürdüler çoktan.

Genel olarak -2'ye bölünmesinin de etkisiyle-kitaba biraz daha sadık kalınmış.Atmosfer ve duygu yoğunluğu ise fena değil.Diyaloglar kuvvetli değil,kitabı okumayan birinin olay gelişimini anlaması zor.Bu, 'kitapların manyağı kitle dikkate alınmış' anlamına gelebildiği için iyi bir şey.Mekan seçimleri iyiydi,tam Nuri Bilge Ceylan'lık manzaralar mevcut.Ve gayet yerinde bir sonla bitiyor:Voldemort'un Mürver Asa'yı Dumbledore'un mezarından alıp göklere zafer işaretini çakması...Ama dayanamayıp önemli bulduğum eksikleri sayacağım yine:

-Dudley'nin vedası.Bunu görmeliydik.

-Bakanlık sahneleri eğlenceliydi,ama üçlünün aslında üzerinde günlerce plan yaptığı bir girişime benzemiyordu hiç.

-Voldemort'un tok sesi ve boncuk mavisi gözleri.Tüm korkutuculuğunu yitirmiş böyle olunca.Nerde o insanın içine işleyen tiz ses,nerde o şeytani kan kırmızısı gözler?Ayrıca girişteki toplantı sahnesi gayet de aydınlıktı.

-Görünmezlik pelerini nasıl olur da ölüm yadigarlarından biri olmasına rağmen filmde bir kere bile görünmez?Özellikle Godric's Hollow ziyareti sırasında kullanılmalıydı.Harry ve Hermione'nin de ortalık yerde elini kolunu sallaya sallaya gezme mantıksızlığını da önlerdi.

-Moody'nin ölümü haberi üzerine biraz 'donup kalma' beklerdim.En azından Daniel'dan biraz olsun mimik.Tüm seride olduğu gibi yine mal mal etrafa bakmaktan başka birşey yapmadı.

-6. kitapta kalındığı yerden:Dumbledore olayı yürek burkan bir şekilde, 'işlenmemiş'.Çok yazık.Nerde Harry'nin Dumbledore hakkındaki duygu fırtınaları,çelişkileri,çaresizliği?

-Koskoca Salazar Slytherin'in madalyonu Kinder Sürpriz'den çıkabilecek nitelikte gibiydi.Koskoca Dumbledore'un mezarı da öyle.Bu ikisinin tasarımı kısaca hayal kırıklığıydı.

Devam etmek istemiyorum.İyi yanları yok muydu,vardı:

-Hermione'nin ailesinin hafızasını sildiği sahne gayet yerinde bir eklemeydi.

-Bathilda Bagshot sahnesi gerçekten sıkıydı.Bathilda tam hayal ettiğim gibiydi.

-Üç Kardeşin Hikayesi tam da istediğim gibi;animasyon olarak aktarılmış.Çok iyidi yav.

-Dobby'nin ölümü kitaptaki duyguyu güzelce vererek yine ağlattı.Dobi...Gözlerim mi doluyo lan yine?

-Madalyonun yok edilmesi sahnesi gayet tatmin ediciydi.Hogwarts olmayınca görsel açıdan biraz eksik kalan filmin imdadına yetişmiş.Tabii ki Daniel'ımız rol yapamadığı gibi öpüşmeyi falan da beceremiyor,görmüş olduk.

Uyarlama işi zordur.Hem de Harry Potter gibi ayrıntılarıyla güzelleşen bir seriyi uyarlamak daha da zordur.Hem kitabın hayranlarını tatmin etmek,hem de salt sinemasal açıdan sıkı bir iş çıkarmak yorar adamı.Ama yapılamaz mı?Lord Of The Rings gibi bir örnek var.Harry Potter'ımız ise sinemada asla o seviyeye ulaşamasa da son film,hem atmosfer,hem de kitaba sadık kalınması açısından diğerlerinden daha iyi bir yerde duruyor.İkinci film,yani sonun sonu için ise de ümit veriyor.

7 Kasım 2010 Pazar

500 Days Of Summer:Rahatsız Edici Gerçekler.


Adını epeydir duymak, merak dozajını artırmıştı haliyle. Özellikle söylüyorum; beklenti değil, merak. Çünkü; yüksek beklentiler her zaman kötüdür, bir romantik komedi için de beklenti falan oluşturulmaması gerektiği malumdur zaten. En fazla merak edilir, iyisi de budur.

Film, son zamanlarda popülerleşen, daha doğrusu sayıları artan 'klişe yıkan' filmlerden. Sıradan görünen bir hikaye, sıradan görünen karakterler gibi ögeleri olabilecek en farklı şekilde işlemiş. Zaten klasik romantik komedi kalıbında hiç değil. Normalde 'mutlu başlangıç-hüzünlü gelişme-çok mutlu son' formülünü, '500' gün takviminde örneğin bir 6., bir de 430. güne giderek, olayların öncesini ve sonrasını peşpeşe göstererek yıkıyor. Böylece duygulara bildiğin hakim oluyoruz, karakterle özdeşleşmeden, olduğu gibi görüyoruz resmi. Filmin anlatmak istediği de bu. Erkeğimiz Tom'un 'the one' arayışının, aşka ve ilişkilere bakışının aslında gayet fizyolojik olduğunu ve hayat-memat meselesi falan da olmadığını en başta hikayeyi sunuş şekli bize gösteriyor. Bu da bence filmi klişe olmaktan çıkarıp, diğerlerinden gayet farklı bir yere koyuyor.

Hikayeye dönecek olursak, bu bir aşk filmi değil. Daha çok insanın hayata bakış açısını sorguluyor, aşk burda bir katalizör sadece. Zaten finale doğru Tom'un uyanışını izliyoruz artık. Asıl ele alınan da bu aslında. Tom ve Summer arasındakilere 'olmuyorsa zorlamayacaksın' mottosunun estetize edilmiş versiyonu da denilebilir.

Filmin kaderciliğe, 'olacağına varır'cılığa karşı oluşu ise son bölümdeki iş görüşmesinde tamamen açığa çıkıyor, burada karşımıza çıkan 'Autumn' da bunu aktarmada kullanılan, biraz da karikatürize bir tip.

Genel olarak film oldukça güzel, adından söz ettirmesi boşuna değil. Kamera kullanımı ve görselliği, hikaye anlatımıyla birleşince sıkı bir film çıkmış ortaya. Soundtrack'i de harika. Ama ikinci bir 'Eternal Sunshine Of The Spotless Mind' vakası da değil. O denli derin değil.

Bir de, Zooey Deschanel genelde çok beğenilmesine rağmen bana çok itici geliyor. Zaten film boyu gıcık oldum kendisine, bitch!

13 Ekim 2010 Çarşamba

Sandık İçi Ve Ersin Karabulut


Ortaokul yıllarıydı;hormon azgınlığıyla orantılı olarak sivilcelenmiş yüzler,kocaman mavi ceketler,makyaj denen olayı yeni yeni keşfetmeye başlayan saçları toplu kızlar,muhabbetleri top ve iki toptan öteye gitmeyen çirkin erkek çocukları...çocukluk masumiyetinin çoktan kaybolduğu ama gençliğe de adım atıldığının pek de söylenemediği küf kokulu bir geçiş dönemi...

Tüm bunların arasında kalmış ben ise,2005'te Gırgır dergisinde kıçkırık karikatürlerimin arada sırada yayınlanmasıyla başlayan mizah sevgimi 8.sınıfta Penguen okumaya başlayarak taçlandırmış idim.Öncelikle Sandık İçi denilen bölge ve Ersin Karabulut insanı dikkatimi cezbetmişti.Penguen'i takibe devam ediyordum,Sandık İçi ise hep en çok zevk alarak okuduğum köşe oluyordu.Birkaç hafta sonra 'Sandık İçi' nin albüm olarak yayınlandığını okudum.O sıralar 'albüm' gibi kavramlara yabancıydım(bir ortaokulludan ne bekliyorsunuz ki?),bu kitabın ise Ersin Karabulut'un haftalık köşelerinin derlemesi olduğunu sonradan öğrendim.E aldım kitabı.

Okumaya başladığımda şunu anlamam çok sürmedi:Sandık İçi benim için,bir katile verilen silah,bir yönetmenin kamerası,bir ajanın sahte kimliği,hatta Peter Parker'ın kazandığı örümcek gücü ile eşdeğer bir şeydi.Büyük bölümü küçük yaşlarda dolmasına rağmen daima içinde yaşadığımız sandıklar.Küçük sanılan şeylerin aslında kendi çapında kocaman travmalar olması.Saman kağıda çizgiler ve mürekkep birleşmiş,o sıralar uyku halinde olan bu çocuğun(ben oluyorum)ufkunu açmakla kalmamış,içini de hayatında ilk defa benzediği birini bulmanın mutluluğuyla doldurmuştu.Ersin Karabulut,çok yakın geliyordu,buralarda mı oturuyordu acaba?
Sayfalarca karakalem çalışma,hiç de göründüğü gibi değildi,su gibi akıp gidiyorlardı.Hayatı incelemeye başlamıştım galiba.Daha fazla sorgulamaya.O sıralar bir ortaokullu olmanın da yardımıyla içindekileri açıklayamayan ben,bu kitapta kendimi ve kendimi nasıl ifade edebileceğimi gördüm.Güneşi gördüm!

Yıllar ilerledi,değil ortaokul,lise bile bitti.İyi de oldu; hiç sevmezdim okulumu.Bu arada Ersin Karabulut adlı sıkı insan ve arkadaşları Penguen'den ayrıldı,Uykusuz'u kurdu.Ben de boş durmadım,birazcık da olsa ilerlettim çizmeyi.Hatta Uykusuz'a gidip Ersin Karabulut'la da tanıştım,Sandık İçi'ni imzalattım.Dedim ya,yıllar geçti.Sandık İçi ve Ersin Karabulut'un o albümdeki çizgileri hala değerini koruyor benim için.Bak bu değişmemiş.Şimdiki Ersin ve köşesi ne kadar o yıllarınkinden farklı da olsa(hatta bozdu bile diyebiliriz-tabi artık kendi dergilerinde olmanın rehaveti bu-maalesef),o kitabı açtığımda o yıllara dönüp,o mal çocuğu tekrar görebilmek güzel.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Depresifli Mepresifli Yazı

Böyle olacağını biliyordum tabi,ama etkilerini hissetmek ayrı bir olay.Aslında somut birşey de yok,etki dediğime falan bakmayın.Zaten soyut olayı olmasa(duygusuz olsak yani),herşey daha kolay olmaz mıydı?Kendimi feci halde American Beauty'deki uçan poşet gibi hissediyorum artık.Günümüz gençlerine biçilen standart maddelerin hiçbiri adımın altına yazılamaz sanırım(sanatlı şekilli cümle).Yani,böylesine kabul görmemiş olmayı,tüm günü zihnimde hapis bir şekilde geçirmeyi,tüm hayatımı(elimde olmadan)hayal aleminde geçirmeye başlamayı,cılız hayallere çok fazla bağlanmayı adet haline getirmeyi,neredeyse hiçbir zaman iyi niyetimin karşılığını alamamış olmayı kendime hiç ama hiç yediremiyorum.Tabi kendimin-olumlu anlamda-farkındayım,kendimi küçük de görmüyorum,gayet de sıkı bir insanım evet,ama bir şeyler ters gidiyor gibi sanki.Bilemiyorum.Artık küçük değilim ki,korkmaya başladım.Yalnız bir ihtiyar olarak bir duvar dibinde ölüp gitmekten korkuyorum.Belki abartı gelebilir bu örnek,ama ruh halim bunu söylüyor.Şerefsiz ruh halim.Başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi zaten.Pis herif.


Annem ve babam,beni anlaması gereken başlıca insanlar yani.O kadar 'çizer olacağım' diye net bir şekilde belirtmeme rağmen,durumu hala kavrayamamış haldeler.Bu yüzlerce çelişkiden biri yalnızca.Off, sıkıntı o kadar cisimsiz bir form ki,kelimelere dökmeye çalıştığınızda etkisini yitiriyor,sıradan ve nesnel cümlelere hapsoluyor işte(tamam ben de iyi yazamıyor olabilirim ama bu bahsettiğim de yalan değil hani).İnsan ne kadar kabul görürse o kadar mutlu olur.Budur.Arkadaş çevresi olan biri mutlu ise bu,gayet kabul görmüşlüğünün bir sonucudur.Ona ihtiyaç duyan insanların varlığının işaretidir bu,değil mi?


Geçende lise yıllığıma göz atıyordum.Neredeyse tüm kişilerin sayfaları ne kadar vazgeçilmez oldukları,beraber takıldıkları kişilerle ne denli unutulmaz anlar(birbirinden görkemli epik destanlar)yaşadıklarının minik kompozisyonlarıyla dolu.Ha kıskanıyor değilim tabii ki,hatta epey gülüyorum,sorun bu değil.Ama yine de benim sayfam,yalnızca iyi hayat dilekleri ve zorlama samimiyetlerle doluyken,pek iyimser olamıyorum.Msni yalnızca sağ köşeyi doldursun diye kullandığımı farkedince iyimser olamıyorum.Çalıştığım konunun testinde bir sürü hata yapmam iyimser bir olay değil.Hayatımın tek oyuncusu olmanın isyanı beni iyimser kılmıyor.Gözlerimin altı çizgi çizgi oldu,iyice Cahit Sıtkı'ya bağladım.Dylan gitarını tıngırdatıyor:Blood In My Eyes...Uyuyamıyorum,fincan fincan kahveler üzerime(istemeden) kuşanmış olduğum etiketlerden birini daha ekliyor yalnızca:kahve bağımlısı.


Aslında ufak şeylerden mutlu olabilen biriyken bu durumda olmanın ironisi midemi bulandırıyor.Sistem,tarama ucunu bırak,0.7 uca bağlan diyor.Çok uykum var...bu yaşta bel fıtığı olmak da hiç katkı sağlamıyor doğrusu.Her yerim ağrıyor.Hasta oluyorum bir de sanırım...peçeteler artık yoldaşım...Ah......İhtiyacım olanın ne olduğunu biliyorum,aslında çok basit:Bir .... Sadece.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Dylan Hakkında Karalamalar.

Şu küçük yaşımda kendisini keşfetmenin ve hatta konserinde bulunmanın azımsanmayacak bir şans olduğunu düşünmem bir yana,hakkında detaylı bir yazı yazmak için de kendimi yeterli görmüyorum.Ama bir şeyler söyleyesim var yine de.Bobby,önünde saygıyla eğiliyorum.Ne bileyim,eserlerini dinlemeyi seviyorum.

İlk albümündeki heyecanı,
Blowin In The Wind'in rüzgarını,
Masters Of War'daki öfkeyi,
My Back Pages'in bireyselliğini,
Mr. Tambourine Man'in umutsuzluğunu,
Ballad Of A Thin Man'in ciddiyet içindeki alaycılığını,
Like A Rolling Stone'un rica eden haykırışını,
Blonde On Blonde'un kaosunu,
The Basement Tapes'in amatörmüş gibi görünen havasını,
Simple Twist Of Fate'in yakıcı yalnızlığını,
Blood On The Tracks albümünün derin hüznünü,
Sara'nın sıcaklığını,
Changin Of The Guards'ın çırpınışını,
Silvio'daki ekonomiyi,
Man In The Long Black Coat'un çarpan derinliğini,
Time Out Of Mind'ın melankolisini,
Things Have Changed'in bilgeliğini,
Love And Theft'teki eskiye özlemi,
Ain't Talkin'in mistik havasını,
Life Is Hard'daki yorgunluğu seviyorum.Bilemiyorum.

Tabi bu sıfatlar yeterli değil.Çünkü şarkıların çoğunlukla tek yönlü değil.Bu dünya sana sahip olduğu için şanslı sanırım.Her ne kadar sen, 'sadece bir şarkıcıyım' desen de.Öyle olabilir,ama içimizde açtığın dünyalar öyle söylemiyor.Umarım değişmem de hayatımın sonuna kadar seni dinlerim.Bu kadar söylüyorum.Görüşürüz...




10 Eylül 2010 Cuma

U2 Gecesinden Aklımda Kalanlar.


Uzun uzun kurgulanmış bir kompozisyon yazmıycam bu sefer.İşte madde madde aklımda kalanlar:
-Stadyum,İstanbul'da gördüğüm en ıssız çevreye kurulmuştu.Neyse ki kalabalık canlandırmıştı ortalığı.Bir de TV arabaları tabi...
-Yerimin bulunduğu tribün için ana girişten itibaren stadın yarısını tavaf ettim resmen.Neyse ki oralardan kaptığım Efesler yalnız bırakmadı beni sağolsunlar.
-Ön grup Snow Patrol oldukça sevimli bi grup.Yağmur yüzünden geç çıktılar sanırım.Bir de o tente gerilmemiş olsaydı üstlerine de daha çok görebilseydim.Yalnız solistleri Gary pek bi şirindi,'Türkiye konseri nedeniyle bu geleneksel renklerinizi giydim(üstündeki kırmızı gömleği ve beyaz kravatı göstererek)'demesi hoş bi jestti.Aferin Gary adam olcan sen.
-U2,sahneye beklemediğim bi şekilde oldukça gösterişsizce çıktı.Böyle ışıklar falan kapanmadı,adamlar yürüye yürüye geldiler sahneye.Ama geldiler işte.
-U2'yu fazlasıyla overrated bulup kötüleyenleri pek anlayamıyorum.Tamam,politik yönleri olmasa bu kadar ses getiren bir grup olmazlardı bence de,'en büyük rock grubu' ifadesi ise sadece pazarlamadan ibaret;onu ciddiye alıp kullananı salla zaten.Bono'yu da sonuna kadar samimiyetsiz buluyorum evet.Ama adamların müziği iyi,benim de sevdiğim şarkıları var ve bu şarkıları canlı dinlemek için ordaydım,gerisi beni çok da ilgilendirmiyor.
-Beautiful Day'le sağlam bir giriş yaptılar.Bono tam bir şovmen.Sesi ve performansı mükemmel.İletişim isteyenlere aradıklarını da verdi.Bob Dylan için 'iletişim kurmuyor' diyenler Bono'yla tatmin olmuştur sanırım.
-Diğer elemanlar 'The Edge',Larry ve Adam da gayet iyiydiler.Edge nerdeyse her şarkıda gitar değiştirdi.O Les Paul'ü bana verrr!
-Stadın rüzgarı çok feci.Uçuyo adam.
-Bono'nun sahneye çıkardığı(bir Bono klasiği bu) kız tam bir tikiydi.Diğer ülkelerde çıkan kızlar şarkıyı Bono'yla beraber söylerken bizimkisi sırıtarak etrafa öpücükler yolladı.
-Bono,sana değdirmeden geçemeyeceğim kusura bakma;o devasa,teknolojik,ışık cümbüşü,led ekranlı uzay gemisinin altında 'Washington can you hear us?Israel can you hear us?' demen biraz garip kaçıyor maalesef.Ama ardından gelen 'Sunday Bloody Sunday'le kurtardın biraz.
Fehmi Tosun'a değinmen hoşuma gitti ama bilmez misin burda onun gibi binlercesi var maalesef,ve anladığın gibi biz Türkler bile bihaberiz bundan.
Egemen Bağış konusuna hiç girmiyorum anladın sen zaten onu.Bi de görüştüğün başbakan işçilere 'ayaklar' diyen biri,onu da söyleyeyim.
-Yabancıdan geçilmiyodu ortalık.Muhabbet edecek bir Türk olsaydı iyiydi etrafımda.
-Zülfü Livaneli'yi biraz alakasız buldum.Ama Türklerin hep beraber 'Yiğidim Aslanım' ı söylemesi,Bono'nun bu sahneyi eli kalbinde izleyişi ve özellikle de yabancıların birbirlerine bakarak 'noluyo lan?' moduna girmeleri oldukça eğlenceliydi.

-İşte playlist:
    1. Return Of The Stingray Guitar
    2. Beautiful Day
    3. New Year's Day
    4. Get On Your Boots
    5. Magnificent
    6. Mysterious Ways
    7. Elevation
    8. Until The End Of The World
    9. I Still Haven't Found What I'm Looking For
    10. Pride (In The Name Of Love)
    11. In A Little While
    12. Miss Sarajevo
    13. City Of Blinding Lights
    14. Vertigo
    15. I'll Go Crazy If I Don't Go Crazy Tonight
    16. Sunday Bloody Sunday
    17. Mothers Of The Disappeared
    18. Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor
    19. Walk On/ You´ll Never Walk Alone
    20. Bis:
    21. One
    22. Where The Streets Have No Name
    23. Bis 2:
    24. Ultraviolet (Light My Way)
    25. With Or Without You
    26. Moment of Surrender
-Atatürk Olimpiyat Stadı;çirkin mimarisi,rezalet çevresi ve bir o kadar da berbat ulaşım sorunuyla benden koca bi eksi aldı.Gerçi bu kadar malzemenin,tırların rahatça getirilip götürülebileceği başka bir mekan daha yok ama insan biraz düzeltir ulaşımı.Konser girişi neyse de(konsere özel ayarlanan otobüslerden birine bindim),çıkışta bi zombi filmi sahnesinden farksızdı ortalık:ne yapacağını bilmeden öndekileri izleyen amaçsız onbinlerce insan...
-Görüldüğü gibi One,With Or Without You ile zirve yapan,dev sahnesi ve grubun performansıyla epey güzel bir gece oldu.Eve 02.30 gibi dönebilsem de güzeldi.

29 Ağustos 2010 Pazar

U2 Konseri Öncesi...



Bugün gittim en uzak yerden de olsa U2 'nun İstanbul'un her yerinde reklamını görebileceğiniz İstanbul konserine biletimi aldım.Açıkçası U2 'yu sevsem de çok sıkı fanatiği olduğumu söyleyemeyeceğim,mesela bir Bob Dylan kadar.Ama yine de keyifli olucağını düşünüyorum yav.Sonuçta U2,22 Grammy ödülü almış 30 yıllık başarılı bi grup.Tabi ki klişe meseleye geleyim:U2 'nun, artan popülaritesinin de etkisiyle sade suya tirit,eski isyankar halinden eser kalmayan bir pop grubuna dönüşmesi.Yani son albümleri No Line On The Horizon'ı dinlediğimde aklıma gelen ilk şey 'nerde eski yıllar' olmuştu.Ve tabi ki şovmenimiz Bono'nun güvenilmez ve hatta ikiyüzlü tavırları da beni biraz itiyor aslında.Ama bunları bir kenara bırakırsak gayet güzel bi gece olucak gibime geliyor.Ön grup Snow Patrol'ü pek dinlemedim,ama sırf onun için gidenler bile varmış,yani o da fena olmaz sanırım.Ama kesin olan birşey varsa;o da Olimpiyat Stadyumunun full dolmayacağıdır.Daha Metallica'ya 45 bin kişi gidiyorken(ki Türkiye'de U2'ya kıyasla daha fazla sevildiği aşikardır)U2 için 80-100 bin kişi beklemek fazla hayalcilik olur.Umarım yanılırım;çünkü daha fazla kişi olması,daha çok kişinin U2 yu görmesi,hem konser atmosferi,hem de Türkiye için daha hayırlı olur.Ulaşım sorun olur deniliyodu bi de,ve İstanbul'un o taraflarını bilmediğim için beni de korkutuyodu bu.Neyse,baktım iksv konser için özel seferler ayarlamış.İnşallah sağ salim dönerim eve.Şimdi en sevdiğim iki U2 albümünü(Joshua Tree ve Achtung Baby) attım MP3'e, beklemedeyim.Sonuçta U2 lan,boru mu?

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Uyarlama :)

Evet,oturdum aşağıya yazdığım yazıyı tek sayfalık bi çizgiromana uyarladım.Yazarı-çizeri benim! İlk çizgiroman sayfam oldu.Gerçi ilk olduğu için bayağı amatör bi iş,ama çizgiroman dükkanlarını gezerken artık biraz daha rahat olabilirim:)


22 Ağustos 2010 Pazar

Duygusallı Muygusallı Yazı

Herşey bu kadar masum olamaz.En açık kanıtına yaşam deniyor galiba.Masumluğu yok eden bir şey olmalı.Bir katil.Bulmak zor değil.En azından kendime baktığımda; iki aday kalıyor geriye.Gerçek ya da düşler.Peki hangisi?Beni öldüren hangisiydi?Evet bir suçlu olmalı,yok yere ölmezdim yoksa.Suçunu kabullenip rahatlatmalı beni.Ama asla tamamen rahatlayamayacağım,çünkü iki şüpheli de hep hayatımdaydı ve ölene kadar da hayatımda olacaklar.Birini seçmek istiyorum, aklanmışlığıyla yıkanmak için.Temiz olana 'tamamen' sığınmalıyım,zaten 'arada kalmak' kadar kötü birşey olmadığını da herkes bilir.Kötüler hep yükseklerde oturup pis pis gülerler.Usulca beynime işleyen hakikat de bunu bozmuyor,kahkahası her yanı kaplıyor.Bu,insan bencilliğine verilebilecek güzide örneklerden biri :Suçlu benim.
Gerçek ve düşleri yaratan da,onlara birer kelime bahşedip anlam kazandıran ve onları zihnimde birer satranç taşına dönüştüren de benim.Hep huzursuzluğumun nedeni;gerçek suçluyla 7/24 beraber olmam.Bunun düşüncesi bedenimi yavaş yavaş kaplıyor.Parazit gibi birşey bu,bencilliğimi kullanarak suçun bende olmadığını düşünmemi sağlayacak kadar da akıllı.Ama ne olursa olsun,gerçek katilden kurtulamadığım sürece ben hep sabıkalı olarak kalacağım.

13 Ağustos 2010 Cuma

Favori Sinema Sahnelerim !

Klasik bir olgu,eh ben de ortalamanın üstünde film izleyen biri olarak 'neden kendi listemi yapmayayım ki' dedim.İşte favori sahnelerim:

1)Back To The Future-Marty Mcfly'ın Johnny B. Goode Performansı

2)Shawshank Redemption-Andy Dufresne'in Özgürlük Anı

3)American Beauty-Rüzgarda Uçuşan Poşet

4)The Dark Knight-Gotham Hastahanesinin Joker Sayesinde Havaya Uçması

5)Toy Story 3-Woody'nin Andy'ye Vedası

6)Seven-Final Sahnesi

7)Eternal Sunshine Of The Spotless Mind-Joel: ''En Azından Bu Bende Kalsın!''

8)Troy-Aşil'in,Bitiminde Hektor'u Öldürdüğü Savaş

9)Sonbahar-Yusuf'un Elinde Pasaportun Görüldüğü Sahne

10)Cable Guy-Jim Carrey'nin 'Somebody To Love' Karaoke Performansı



Aslında burda olmayan ama çok sevdiğim başka efsane sahneler de var.Neyse,yazdım rahatladım.Sinema güzel şey.


12 Temmuz 2010 Pazartesi

Toy Story 3: En Güzel Doğum Günü Hediyesi



Uzun süre beklemiştim,artık zamanı gelmişti: Toy Story 3 bi haftadır gösterimdeydi ve onu izlemenin bana 'mutluluk' vereceğinden emindim.Ha bi de doğum günümdü,'zaten gelen giden yok gezeyim bari' diye de düşünmüştüm ama esas olan bunu izleyebilmekti.Gittim biletimi aldım(artık beni iyi tanıyan kız vardı kasada,yine bıyık altından gülmeyi ihmal etmedi sağolsun).'Mevsim yaz,film de ünlü belki bu sefer 10 kişiyi geçeriz izleyici sayısı olarak' şeklindeki düşüncem beni yanıltmadı:yaklaşık 20 kişi falandık(salon da küçük sayılırdı o yüzden sırıtmadı bu).Sevindim lan.Ve ışıklar karardı...
Bir pixar klasiği: asıl film öncesi kısa filmler,ve bununki:''Day & Night'' kesinlikle en sevdiğim pixar kısa filmi artık.Ve küçüklüğümden beri hastası olduğum karakterler birer birer belirerekten film başladı: Kovboy Woody,Buzz Lightyear,T-Rex ....! Özlemişim lan sizi,nerelerdeydiniz olm uzun ara verdiniz yav!Neyse tipik diyaloglarını duymamla onları affetmem bir oldu tabi.Bizim sahip Andy büyümüş,eşşek kadar olmuş;üniversiteye gitcekmiş sıpa.Vay anasını...Artist bi de artık oyuncaklarla da oynamıyo kutunun içinde duruyo zavallıcıklar.İnceden kıl olmadım değil yani.Bi de seslendirme kadrosu değişmiş:Artık çok alıştığım Haluk Bilginer(Buzz) ve Mehmet Ali Erbil(Woody) yok maalesef...Neden yok ya!!Bu kadar oturmuşken neden?Ama kim var?Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat hanımefendi!!(Barbie ve Ken'i seslendiriyorlar)Yani Aşk-ı Memnuyu bi Toy Story'me sokmadıkları kalmıştı.Bir şey piyasa yapınca bi defa da her boka sokmayın şunu be kardeşim.(Gerçi Kıvanç Tatlıtuğ fena seslendirmemiş,zaten benim sözüm onların performansına değil).Neyse...(SPOİLER!!)
Buzz'ın İspanyol modu kırdı geçirdi.Zaten baktım herkes bayılmış oralara.E boşuna değil.
Palyaço'nun kendi geçmişini anlattığı bölüm The Godfather'a,kör bakışlı dev bebeğin(ki her ama her kızın evinde var bundan,ve o kadar isabetli olmuş ki onun kullanılması,cidden o, oyuncak yakalarken korktum ben) o yumoş şerefsizini kaldırıp çöpe attığı sahne ise Star Wars 6 'ya mükemmel ötesi göndermelerdi.İzlerken çok eğlendim.
Patates Kafa'nın lavaş ve salatalık olduğu sahneler yüzümde büyük tebessümler açtı.
Hapishane ve kaçış bölümleri ise anlatılmaz yaşanır.
Woody'nin gruptan ayrı kalması olayı sırasındaki ''biz bir takımız'' muhabbeti,Andy'nin oyuncakları artık sallamaması,sonlara doğru yanmaya giderken el ele tutuşmaları,ve sonunda Woody'nin, onları yeni sahiplerine bağışlayan ve üniversiteye giden Andy'nin arabasının(tamlamaya gel)arkasından ''hoşçakal ortak'' dediği sahne...Bu sonuncusunda hüngür hüngür ağladım valla,o nasıl duygusal bir sahnedir öyle ya,acıyın bize biraz!Evet Andy gitti,oyuncaklar yeni sahipleriyle yeni bir hayata başladılar.
Işıklar açıldı,sinir olduğum üzere yazıların ve müziğin sonu gelmeden tabi.Eve gittim,hala gözlerim doluyordu.Koca bir çınar devrilmişti resmen,artık Toy Story olmayacaktı,bitmişti,Andy gitmişti...of!Ama bildiğim birşeyler vardı:Bu film ben10,bakugan gibi ruhsuz(bildiğin malca) işlerle yetişen jenerasyonun filmi değil.Çocuklar esprilerin epey bi kısmını anlamadan mal mal oturdu(mesela önümdeki üç obez).Genelde hitap ettiği kesim 90 lar başı gibi geldi bana.Pixar bu işi gerçekten biliyor(şimdi bu Monsters Inc. in bendeki tahtını sallayabilir mi acaba ya?).Doğum günümde yapılabilecek en iyi şey buydu sanırım.Bi de sinema güzel şey ve....BUNU İZLEYİN !

9 Temmuz 2010 Cuma

Dünya Gözüyle Bob Dylan:Bir Konserin Hikayesi

Mart ayının sonları:sınav henüz uzak,havalar soğuk iken...Boş derste Ebru'nun telefonunu kurcalıyorum,internet var, oh mis...Sözlüğe girdim el alışkanlığı,sol frame'e göz gezdirdirken o da ne: 24 Haziran 2010 Bob Dylan İstanbul Konseri!!! Ellerim kenetlendi,düşünce akışım durdu, inme geldi lan resmen.Böyle bir olay gerçekleşirken başka yerde olamayacağımı biliyordum,elbet gidecektim o konsere,orası sorun değildi.Önemli olan şuydu:Ben, tüm zamanların en iyi şarkıcılarından birini,gerçek bir efsaneyi,geceler boyu,evde, okulda, işte,yolda,otobüste dolmuşta dinlediğim adamı,elime gitar ve harp almama neden olan tarihi kişiliği canlı izleyecektim ha!Bunun düşüncesi bile lazer ışını gibi ruhumu delip geçerken,adeta bir ütopya iken....gerçekleşme ihtimali hiç bu kadar yakın olmamıştı!Elimle istemsiz olarak ağzımı kapadım( 'hiea!' benzeri bi ses çıktı bu arada benden),kaskatı kaldım.İki hafta sonra konserin gerçekten de gerçekleşeceği ve tarihin de 31 mayıs olacağı açıklandı(Bob'un sitesinde tour kısmında bi yerlerde ''Istanbul,Turkey'' yazıyodu ciddi ciddi!...).
İlk iş bilet alabilmekti tabi, baktım biletler henüz satışa çıkmamış.Ama çıkar çıkmaz almalıyım,Bob Dylan konseri bu,anında biter biletleri.E pahalı da olur şimdi bu, aa penguende karikatürden kazandığım paralar var,onlarla alırım işte! falan diyerekten biletler satışa çıkar çıkmaz bi adet aldırttım İstanbuldaki teyzeme(sonra parasını verdim tabi).Artık geriye sadece beklemek kalmıştı,bekle beni bob,ben geliyorumdu...
Günler günleri,haftalar haftaları kovaladı,zaman yavaş da olsa geçiyordu işte...Ders çalışmanın yanı sıra Bob'un konserde çalması muhtemel ama sözlerini bilmediğim birkaç nadir şarkısının sözlerini netten bastırıp ezberliyor,sözlüklerdeki yorumları takip ediyor,bilet bulamamışlara üzülüyordum:sonuçta bu adam artık hayatının son demlerindeydi ve bu,onu görmek için son fırsat olacaktı.Üstümdeki 'resmen görecem lan onu!' şeklindeki duygu tarih yaklaştıkça artıyordu...
Ve beklenen günler geldi.İstanbul'a iki gün öncesine uygun uçak bulabilmiştim,atladım uçağa vardım İstanbul'a.Ve konser sabahı gelip çattı.
Fakat Taksim'de bir karışıklık vardı haberleri açtığımda(konser mekanı olan harbiye açıkhava sahnesi Taksim'in biraz ötesinde).İsrail yardım gemilerine saldırmış,öldürmüş falan...bi güzel İsrail'e saydırırken aklıma ister istemez şu soru geldi:ya konser iptal olursa?Neyse ki öyle birşey olmadı,göstericiler saat 4 gibi dağıldılar tv den gördüğüm kadarıyla.Saat 21.00 daki konsere yetişme gibi bi derdim de olmayacaktı(ki bulunduğum semt olan haznedar dan taksim 1.5 saat).
Otobüs beni Taksime bıraktığında ter ve heyecan içindeydim.Biletim çorabımda(evet çorabıma soktum çalınır korkusuyla,maddi manevi değeri büyük tabi) mekanın yolunu tuttum.
Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi denilen yer sandığımdan küçük bir mekandı.
Bob Dylan 89'daki konserini de burada vermiş.Hava acayip sıcak,millet yeni yeni geliyo.Beklerken acıktım,oradaki büfeden bi-iki şey alayım dedim(yemin ediyorum onlara verdiğim parayla bi hafta doyardım).Sonra gezinirken bir Alman'ın (bayağı yabancı vardı ortalıkta) ''adam başı 100 dolar vereyim bizi içeri sok'' dediğini öğrendim(ki herifin tayfa 4 kişiydi).Ama Bob, değil hayranlarıyla görüşmeyi,konserlerinde konuşmayan,basına röportaj vermeyen,kaldığı otel sır gibi saklı tutulan hatta söylenilene göre bir tane de dublörle gelmiş bir insan olduğundan bu istek gerçekleşmedi tabi.Ayaküstü bir abiyle muhabbet açtım,o bir önceki konsere de gelmiş hatta Bob'u o sayede tanımış biriydi.Sıkı muhabbet oldu,1 saate yakın konuştuk.TRT den seyircilerle röportaj yapan muhabirler,karaborsacılar,gitar çalıp hasılat toplayanlar derken seyirciler içeri alınmaya başlandı.Konuştuğum abiyle vedalaştım(yeri en öndü hayvanın),kendi yerime yöneldim.Nerde oturduğumu internetten biliyordum,gayet de güzeldi gerçekten(en ön olmasa da),sahne görülebiliyodu.Fakat seyircinin mekanı doldurması uzun sürdü,tabi herkesin nerede oturacağı belli ama yine de garipsedim:Bob Dylan konseri lan bu,erken geliceksin arkadaş! diyerekten.Sonra baktım arkada standlar var,poster tişört falan satıyorlar.Koştum poster ve rozeti kaptım,ama orjinal tişört yemedi(50 liraydı tanesi).Albümlerinden de satıyorlardı ama hepsini zaten dinlediğim için pek ilişmedim.Koltuklar çok rahatsızdı,bi baktım ''minder kiralıyolar'' (parayla tabi).Dedim hayatta bi defa olan birşey bu,iki de minder ''kiraladım''.Yerime geçtim.Sonra hava karardı,morumsu bir hal aldı, seyircilerden hala henüz gelemeyenler vardı ve evet,vakit gelmişti!
Önce grubu çıktı sahneye.Tabi grubunun tüm elemanlarını tanıdığım için kimin ne olduğunu biliyordum:''aa tony(basçı),uu charlie(gitarist)''derkene sahneye (tam 21.00'da) çıktı Bob Dylan.
Nefesim tutuldu,karşımdaydı işte,kanlı canlı karşımdaydı!Evet 66'da Royal Albert Hall'da piyanonun başında haykıran genç değildi artık,ama oydu işte!Aşina olduğum kıyafetleri vardı üzerinde:ceketi,yandan çizgili pantolonu,rock'n roll botları ve şapkası.Tahmin ettiğim üzere(son konser playlistlerini yalayıp yutmuştum) Rainy Day Women 'la sıkı bir giriş yaptı.En sevdiğim albümü Blonde On Blonde'dan bir şarkıyla başlamak elbette süperdi.Klavyeyle başladı,şarkının sonlarına doğru gitara geçti.Bu arada ben ilk şarkı biterken yeni yeni şoktan çıkıyordum,KARŞIMDAYDI VE ONUN KONSERİNDE ONU CANLI DİNLİYORDUM.Sonra Lay Lady Lay geldi.Işıklar azaldı,hoş bir ortam olmuştu doğrusu,Bob'un vokal performansı beklediğimden epey iyiydi(artık 70 e geldiğini ve doğal olarak fazla yukarılara çıkamadığını ekleyeyim).
Bu şarkıda sahne önündeydi,bazı yerlerde şarkıyı elleriyle destekledi(ki yaptığı pek görülmez) ve sonunda harp çaldı.Seyircilerden hala yerine oturmaya çalışan vardı,acayip uyuz olmuştum onlara.Konser yumuşak devam ediyordu: I'll Be Your Baby Tonight ı yine keyifle dinledik.Konser boyunca tüm şarkıyı gitarla çaldığı tek buydu(bu arada grubu süperdi).Stuck Inside Of Mobile With The Memphis Blues Again,yine Blonde On Blonde'dan ve sevdiğim şarkılarından,klavye ve harp çaldı,konser hızlanmıştı.Ve sonra...Bir ara duygularımın tercümanı olmuş,gitarla da sürekli çalıyorum: Just Like A Woman.Yine Blonde On Blonde (hiç yapmadığı kadar 60'lardan çalıyordu).Seyirci (tabi Bob'un şarkıları konserlerde bayağı bi değiştirmesinden olacak) şarkıyı anca nakaratta anladı fakat anlar anlamaz(başından beri söylüyordum şarkıyı bu arada) bi güzel eşlik etmeye başladı, 5 bin kişiyle ''caast laayk e vomın'' diye bağırdık.Çok güzeldi.Bu şarkıda güzel de bir mızıka solosu attı(adam 60 yıldır sigara içmesine rağmen bu nasıl nefestir?).

Sonra 2001 tarihli Love And Theft'in en sevdiğim şarkısı geldi,ki performans açısından zirve noktasıydı:Honest With Me.Çok sağlam çaldılar,süper gidiyordu.Ve A Hard Rains A Gonna Fall;sözleri açısından çok hoş bir şarkı,ve son dönemde çaldığını pek görmemiştim,bunu bayağı bir değiştirmişti, kısaltmıştı falan.Klavyedeydi son ikisinde.Şimdi de sıra Time Out Of Mind(97) ın favori şarkısına gelmişti:Cold Irons Bound.Bu şarkının değiştirilmiş halini de biliyordum ama eminim ki bazı seyirciler ''?'' modundaydı.Gümbür gümbür davulla seyirciyi hareketlendirdi.Bir rockn roll konserinde olduğumu hissettirdi.Sonra yine Blonde On Blonde, Most Likely Go Your Way And I'll Go Mine.Anlaşılan cidden havaya girmişti,''canlı performanslar bana yaşadığımı hissettiriyor'' demesi boşuna değildi,hareketli şarkıları peşpeşe sıralıyor,bunu yaparken de sahnenin önüne geliyor gitar ve mızıka çalıyordu ve yaşından beklenmeyecek bir hareketliliğe sahipti.''Gerçek bir müzik adamı'' olduğuna şahit oluyordum.Sonra 2006 nın durgun parçası;Spirit On The Water geldi,blues diyarlarında gezdik.Sonra 1965-Highway 61 Revisited dan aynı adlı şarkı, yine sallayıp yuvarladı (rockn roll) mekanı.Gökyüzüne baktım;mor, yerini siyaha bırakırken bembeyaz martılar salınıyordu.Sonraki şarkıyı önce Ballad Of A Thin Man sandım, ritmi benziyordu ama bu o değildi.Sözlere girince anlaşıldı,çalan Masters Of War'dı.Bunu çalması da ilginçti,ama sabahki olaylar...köfteyi çakmıştım.

Masters Of War
Gelin savaşın efendileri
Sizler silahları üretenler
Sizler savaş uçaklarını yapanlar
Sizler o koca bombaları yapanlar
Sizler duvarların ardına gizlenenler
Sizler masaların altına gizlenenler
İsterim ki bilesiniz
Maskelerinizin ardını gördüğümü

Sizler yok etmek için üretmekten başka
Hiçbirşey yapmayanlar
Oynarsınız dünyamla
Çocuk oyuncağı gibi
Elime bir silah verip
Çıkarsınız menzilimden
Ve uçuşurken mermiler
Kaçar gidersiniz uzaklara

Bir zamanarın Judas'ı gibi
Yalan söyler aldatırsınız
Bir dünya savaşının kazanılabileceğine
İnanmamı istersiniz
Ama gözlerinizin içine bakıyorum
Beyninizi okuyorum
Tıpkı yaramdan akan
Sıvıya baktığım gibi

Sizler tetikleri çekersiniz
Başkaları düşürsün diye
Yaslanır arkanıza seyredersiniz
Ölü sayısının artışını
Saklanırsınız evlerinizde
Genç insanların kanları
Bedenlerini terk edip
Karışırken çamura

Akıl almaz korkuları
Yerleştirirsiniz içimize
Bu dünyaya bir çocuk getirme korkusunu
Doğmamış adı konmamış bebeğimi
Tehdit edersiniz
Damarlarınızdaki kana
Hiç layık değilsiniz
Bildiğim nedir ki
Konuşuyorum öylesine
Diyebilirsiniz ki daha çok gençsin
Diyebilirsiniz ki çok cahilsin
Ama bildiğim bir tek şey var
Sizden genç olduğum halde
İsa bile bağışlamayacak
Bu sizin yaptıklarınızı

İzninizle size bir sorum var
Paranız yeter mi acaba
Bağışlanmanızı satın almaya
Bunu aklınız alıyor mu
Umarın müstahakkınızı bulursunuz
Ölüm kapınızı çaldığında
Kazandığınız paralar yetmeyecek
Ruhunuzu geri almaya

Umarım geberirsiniz
Ölümünüz yakındır
Soğuk bir öğleden sonra
Tabutunuzun ardınan gideceğim
Ve ölüm yatağına indirilirken
Seyredeceğim sizleri
Ve bekleyeceğim mezarınızın başında
Gerçekten öldüğünüzden emin olana dek.


Neyse,buna daha sonra gelirim.Sonra yine Modern Times dan Thunder On The Mountain(albümün en sevdiğim şarkısı) geldi.Ve Ballad Of A Thin Man(65-Highway 61 Revisited) tabii,en sevdiğim şarkılarından biridir(ve alegorik yazmada da üstünlüğünü gösterdiği bir şarkı aynı zamanda).Sonra sahneden indi,tabii bu sırada konser başından beri olduğu gibi konuşmadığı için seyirci ne olduğunu anlayamadı,hatta konseri bitti sanıp gidenler bile oldu.Tabi ben olayın farkındaydım:bis için geri gelecek ve en az iki şarkı daha söyleyecekti;büyük ihtimalle tüm zamanların en iyi şarkısı seçilen rock klasiği Like A Rolling Stone(65-Highway 61 Revisited) ve gitarda çalmayı en sevdiğim şey olan bir başka klasik:All Along The Watchtower(67-John Wesley Harding/daha çok Jimi Hendrix'ten bilinir bu).Ben de bu sırada ayakta alkışlıyor ve milleti de Bob'un geri gelmesi için adeta hareketlendirmeye çabalıyordum(come baaack! diye bağırdım bi ara).Beklenen oldu,Bobby geri geldi Like A Rolling Stone ile.Şarkı bitince konuştuğuna da tanık olduk:Thank you!(89 da hiç konuşmadan bitirmiş konseri)dedi ve grubunu tanıttı(konuşması da şarkı söyleyişi gibi),onları da çok güçlü alkışladım, süper çaldılar ne de olsa.Sonra All Along The Watchtower,ve sahneden indi.Yine bis yapıp son olarak kesinlikle en sevdiğim şarkısı Blowin' In The Wind i çalsın istiyordum-ki şimdi de kesin olmasa da sıklıkla çaldığı birşey-ama olmadı.Canı sağolsun.Bu sefer seyirci de çok kuvvetli alkışladı ama...Yanımdaki abi(ki onla da konser öncesi ufak bi muhabbetim oldu) ''kapının önündeki ışıklar yanarsa anla ki konser bitmiştir,buranın adeti böyle'' dedi ve bir iki dakika daha alkıştan sonra ışıklar yandı:)Saat 23 e yaklaşıyordu;70 lik Dylan 2 saat sahnede kalmıştı.Playlist ise:

1. Rainy Day Women (Blonde on Blonde)
2. Lay, Lady ,Lay (Nashville Skyline/John Wesley Harding)
3. I′ll Be Your Baby Tonight (John Wesley Harding)
4. Stuck Inside Of Mobile With The Memphis Blues Again (Blonde on Blonde)
5. Just Like A Woman (Blonde on Blonde)
6. Honest with Me (Love and Theft)
7. A Hard Rain′s A-Gonna Fall (The Freeweeling Bob Dylan)
8. Cold Irons Bound (Time Out of Mind)
9. Most Likely You Go Your Way (Blonde on Blonde)
10. Spirit On The Water (Modern Times)
11. Highway 61 Revisited (Highway 61 Revisited)
12. Masters Of War (The Freeweeling Bob Dylan)
13. Thunder On The Mountain (Modern Times)
14. Ballad Of A Thin Man (Highway 61 Revisited)
15. Like A Rolling Stone (Highway 61 Revisited)
16. All Along The Watchtower (John Wesley Harding) şeklindeydi...

Çıkışa yöneldim diğerleri gibi.Gecenin havasını içime çektim,ciddi ciddi Bob Dylan'a tanık olmuştum,onu görmüş bir adamdım artık ben!Bu sırada çevredeki evlerde oturan insanları düşündüm bi;ne kaçırdıklarının farkındalar mıydı acaba?Çıkışta seyyar bi tezgahta yine tişört(orjinal değil tabi:)) satıldığını gördüm,uyanıklar arkasına da ''Bob Dylan-Live In Istanbul'' yazdırmış eheh.Bitmeden ben de kaptım bi tane.
Elimde envai çeşit Dylan ürünü,ikamet ettiğim teyzemin evine döndüm(saat 2 falandı,e tabi o saatte İstanbul'da yolculuk pek çetin:)Otobüste olayı hazmetmeye çalıştım biraz.O gece uyumak epey zordu.
Ve dönüş vakti geldi ertesi sabah,gitmeden İstiklal'e, çizgiroman dükkanına uğrayayım derken
az kalsın uçağı kaçırıyordum,kan ter içinde yetiştim koşa koşa.Ve eve döndüm.Ertesi sabah eleştirilere falan baktım,cidden orayı genelde nasıl insanların doldurduğunu görüp üzüldüm.Diyorlardı ki;''Dylan efendi hiç konuşmadı yaa'',''One More Cup Of Coffee çalmadı'' ''İsrail olayına hiçbirşey demedi''...Öhöm...:Bir defa her sanatçının kendine has bir tarzı vardır,ayrıca Dylan gereksiz ve aptalca geyiklere girmeyip(hello istanbuul gibi) ortamın büyüsünü bozmadı,gayet öz konuştu ve sözü müziğine bıraktı.Lan garanti mi veriyo sana adam şarkının çalınması hakkında.Ayrıca Bob Dylan gibi biri şarkılarını yaparken''aa bunu koyim albüme süper olur konserlerde de çalar coştururum milleti'' diye düşündüğünü mü sanıyosun(ki albümlerine almadığı sonradan ortaya çıkan bir sürü de güzel şarkısı vardır,bence piyasa adamı değildir kesinlikle).Ayrıca son birkaç playlisti incelemiş olanlar nelerin çalınıp nelerin çalınmayacağını çok da iyi bilirdi. O kadar para verecek kadar seviyosan bunu da bilmeliydin abicim hiç kusura bakma.Ve evet Masters Of War'ın sözlerini oraya boşuna yazmadım,adam Masters Of War'u bilmiyo konsere gelmiş sonra da ''baskın hakkında konuşmadı bık bık'' hey tanrım deli oldum resmen.Orada 'sözü müziğe bıraktı' deyimi vücut buldu lan.Şunu bilin;Bob Dylan size konser vermeye gelmez,siz onu dinlemeye gidersiniz.Ayrıca sen kimsin de onu beğenmiyosun ya!?(evet sinirlendim çok).
Özetleyecek olursak(ki zor biraz)rahatlıkla hayalimi gerçekleştirdim diyebilirim.Bu adamın konserinde bulunmak hep ulaşılamaz bir hayaldi,hep izleyip özendiğim konser videolarının birgün gerçek olacağını birkaç ay önce tahmin etmezdim.Ama oldu işte.Hayat güzel şey,cidden,acayip güzel hem de......


6 Temmuz 2010 Salı

Neden Çizgiroman Okuyorum?


( Aşağıdaki yazıyı yıllar önce ultimate spider man in bi sayısında,okuyucu mektupları köşesinde okumuştum,Yunus Çengel adlı bi arkadaş yazmış,o kadar güzel ki,ben de yazmadan duramadım.Kendisine büyük saygılar...)
Kendi kendime hep sormuşumdur neden çizgiroman okuyorum diye,cevabını yazmak istediğimde ise yanıtı bir cümleye sığdırmak çok zor geliyor.Bütün gün stres altında ezildikten sonra,bulunduğum ortamdan uzaklaşmama yardımcı olduğu için çizgiroman okuyorum.Değişik yerler görmek,değişik hayatları yaşamak,monoton geçen hayatımın içine biraz macera katmak için çizgiroman okuyorum.Herkesin rüyası olan iyilerin kazandığı bir ortamda(hayalde bile olsa)yaşamanın tadını aldığım için çizgiroman okuyorum.Hergün yolda yürüdüğüm halde,yarım saat de olsa gökyüzünde binaların arasında dolaştığım için çizgiroman okuyorum.Yaşadığım yerde,benden yıllarca önce var olmuş medeniyetlerin izlerini takip etmek ve onlarla yaşamak için çizgiroman okuyorum.Her türlü kötülüğe rağmen sonunda iyilik,temizlik ve saflığın kazandığı bir mahallede yaşamak için çizgiroman okuyorum.''Çok okuyan mı bilir,çok gezen mi?'' sorusunun ''elbette çok gezen bilir'' cevabının aslında yanlış olduğunu,çizgiroman okuyarak daha çok dolaştığımı ve dolayısıyla daha çok bildiğimi düşündüğüm için çizgiroman okuyorum.Yine çok gezenlerden farklı olarak kah geçmişte vahşi batıda,kah günümüzün orta Avrupa'sında,kah geleceğin New York'unda dolaşabiliyorum.Bunları yapmak için zaman makinesine ihtiyacım yok,elimde çizgiroman olması yeterli oluyor...Ve belki de en önemli sebep,sadece çizgiroman okudukları için ülkemin dört bir yanında oturan ve hiçbir çıkar ilişkisi kurmadığım dostlar edinebildiğim için çizgiroman okuyorum.Ve...Amerikan çizgiromanı,İtalyan çizgiromanı,Avrupa çizgiromanı falan diye atışanların,bir araya geldiklerinde ettikleri tatlı sohbetlerinde kavgadan hiç eser kalmadığını,içlerindeki tüm şiddetin çizgiromanlardaki ''bamm!'' ''gümm!'' sesleriyle yokolduğunu görüyorum.
Çizgiroman okumayanlara şöyle bir bakıyorum...Neler kaçırdıklarını anlamadıkları için bana gülenlere bakıp tebessüm ediyorum.Hayal dünyalarını genişletemedikleri için içlerindeki kısılı kaldıkları küçücük dünyalarına karşın,benim sonsuz büyüklükteki dünyamı göremedikleri ve buna karşın hala bana güldükleri için düştükleri gülünç durumu göremedikleri için onlara acıyorum.
Küçücük dünyanızı genişletin...Çizgiroman okuyun.Hayallerin dünyası o kadar büyüktür ki,bu kainat onun yanında küçücük bir zerre olarak kalır.Toplu iğne başı kadar küçük bir evrende yaşamaktansa,sınırsız bir evrende yaşamaya adım atmak daha mantıklı değil midir?Korkmayın,büyük evrende kaybolmazsınız...Yeter ki hayalleriniz,hayallerimiz iyiliğe doğru yol alsın.Ben bunları neden mi yazıyorum?Çizgiroman okuyorum,çizgiromanı ve beni anlayamayanlara neden çizgiroman okuduğumu anlatmak için yazıyorum tabii ki.....

4 Temmuz 2010 Pazar

Kavga!

Bugün;kurstan eve dönüyordum yürüye yürüye.Sistem Market'e birkaç adım kalmıştı ki başımı bi kaldırdım: epey şiddetli bir kavga,bayağı şiddetli hem de.Birkaç herif dövüşüyor,çevredekiler bağırışıyor,dövüşen adamlar market önündeki istiflenmiş kolilere çarparak onları deviriyor,haykırışlar,küfürler...Tam bi kaos sahnesi yani.Yakındaki birkaç kişi onları ayırayım derken bi güzel dayak yiyip çıktı,dolayısıyla kavga daha da büyüdü.
E bu arada ben de diğer esnaf ve halk gibi durup da onları seyretmedim tabi.Lan bi olay olunca da donup kalmayın be,işinize gücünüze bakın size ne.İlla mal gibi durup seyrederek kendi aranızda fısır fısır konuşcaksınız...Tam karşıya geçip olaydan uzaklaşacakken büyük ihitmalle kavganın başrolü olcak zıbıdı silah çekip havaya iki el ateş etti.Köstebek'i(the departed) izledikten sonra 'her an ölebilirim' düşüncesiyle yaşamaya başlayan ben ise umursamazca karşıya geçip gidiyor gibi görünsem de tırsmamış değildim tabi.Olaydan uzaklaşıp yoluma devam ettim,bi iki defa da olsa arkama bakıp noldu diye göz attım yine de.En son dağılıyolardı galiba.
Saçmasapan birşey için kavga ediyolardı işte...O kurşunlardan biri bana isabet etse neler olacağını hayal etmeye çabaladım biraz:Böyle ''değerini bilemedik'' diyip ağlayan kızlar,ulusal basından muhabirler ''genç yeteneğin acı kaybı'' falan diyolar...eheh(abartmak çok zevkli yaa:).Neyse,bir hayatın yok edilmesinin ne olduğunu anlamak hayatın değerini kavramakla doğru orantılı,ve bu herifler da bundan fersah fersah uzak olduğu için silah taşımakta,ateşlemekte bi sakınca görmüyolar(aslında bundan bahsetmeye gerek bile yok da...).Bu güneşli günün tek yağmur damlası buydu benim için,neyse ki eve tek parça dönebildim.Bu kadar.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Karaböcek: İstila Ve Paranoya

Bizim ev haşarat bakımından her zaman temiz bir mekan olmuştur.Zaten yeşillik bir yerde de olmadığı için bu durum doğal tabi.Ama şimdi durum biraz farklı...
Galiba birkaç ay önceydi.Benimkiler çoktan uyumuş,bense mutfağa gidiyorum.Işığı açtım: siyah ve hantal vücutlu,ince bacakları bedeninin yanlarından fırlamış,mutfağın beyaz zemininde (ışık yüzünden) donakalmış bir yaratık!Uzun zamandır ilk defa evde karaböcek görüyorum tabi;ne yapacağımı şaşırdım.Uyku sersemiyim bir de,gittim tam bir korkak gibi babamı uyandırdım:''mutfakta böcek vaaar!'' diye hem de(lan utandım şimdi yazınca).Neyse babamda artık nası bir sinir sistemi varsa eline bir gazete parçası aldığı gibi böceği yakalayıp eliyle eze eze çöpe attı.''Yat uyu!'' dedi;adeta bir komutandı artık,kimse ona karşı gelemezdi,böceği yokedip huzuru sağlamıştı ve emirlerine boyun eğmek zorundaydım,gittim yattım.Ama böceğin görüntüsü zihnimde dolanıyordu hala.Aradan birkaç gün geçti;yine gece,mutfağa gidiyorum.Işığı açtım: bu sefer öncekinin bir boy büyüğü,ama tezgahın üstünde ciddi ciddi!Beni algılayınca lavabonun içine atladı...fakat lavabonun içine düşerken çıkan o pıt sesi tüm benliğimi sardı(hala tüm gerçekliğiyle zihnimde duyabiliyorum o sesi).O ses böceği gözümde daha da büyüttü,daha da tırsmıştım.Mekanın ise mutfak lavabosu olması ise olayın tiksinçliğini artırıyordu:lavabonun içinde büyük bir karaböcek lan işte ıyy!Hala böcek öldürecek seviyede değildim,gittim yine şerefsiz gibi,babamı uyandırdım.Homurdana homurdana, yine aynı kayıtsızlığıyla imha etti yaratığı.Utanmıştım resmen...
Bazen günaşırı,bazen birkaç gün/hafta arayla yine karaböceklerle karşılaştım.Ben diyorum,çünkü artık iyi kavradığım kadarıyla bu hayvanlar geceleri dışarı çıkıyorlar.E geceleri de ayakta olan ben oluyorum,annemler huzurlu huzurlu uyuyolar o saatlerde.Tabi her görüşümde psikolojim derin yara alıyor,çünkü tırstığım tek hayvan onlar.Ama bi karşılaşmada artık sinirlendim mi ne;elime terliği alıp yere yapıştırdım birini.Üstümden kocaman bir yük kalkmıştı,artık ne yapacağımı bilemez duruma gelmiyor,ya da babamı uyandırmaya gerek görmüyordum.Daha da güçlüydüm resmen.
Artık öldürebiliyor,hatta sinirli zamanıma denk gelirse zaten ölmüş böceğe birkaç defa daha vurarak sinirimi çıkarabiliyordum.Ama bu böcekler bitmiyordu ki.Yani öyle istila gibi bi durum yoktu,istila yaralanmış zihnimdeydi ama arayla da olsa bazı geceler mutfağımızdan ''çat!'' sesi eksik olmuyordu.Artık türlerini,davranışlarını ve olası hareketlerini ezberlemiştim(mesela kahverengimsi olanlar daha çevik oluyolar).Artık bitmeliydi ama.Kapıcı her ne kadar ''ilaçlama yaptık'' dese de inanmıyordum.Sonunda gittim marketten bir kutu ilaç aldım;böcek yemi şeklinde olanlardan.Özellikle sprey almadım,çünkü spreyi anlık kullanıyorsun,aynı görevi emektar terliğim de görüyor.
Neyse,ilaçları koyalı bir haftayı geçti,ilaçları kontrol ettiğimde tuzağa yakalanmış böcek görmedim şimdiye dek,ama o zamandan beri böcek yok artık.Yine de rahat dolaşamıyorum artık evde,her adımımda yeri,köşeleri kontrol ediyorum;özellikle de geceleri.Gece görüşüm gelişti resmen.Bir zamanlar böceğin esamesi bile okunmayan evimizde son birkaç aydır ortaya çıkan ve epey sinir bozan bu hadise beni-zaten yeterince derdim yokumş gibi-yarı paranoyağa dönüştürdü artık.Öldürmeyi öğrendim sadece,belki kenardan da olsa yarar olarak kabul edebilirim bunu.Ama mutfağa girmeden önce 10 dakikalık kontroller rutinim oldu resmen.Ve bu pek iyi birşey değil yine de.İstila bana paranoya getirdi de diyebilirim(gerçi ciddi bir paranoya değil ama olsun)...

29 Haziran 2010 Salı

Blog Ve Kelimeler...


Epey ufak olduğumu hatırlıyorum,devasa bir zevkle izliyorum ''hugo ve tolga abi'' programını...Ben de ölesiye katılıp oynamak istiyorum o oyunları,hata yapan çocukları küçümsüyorum,kazanan çocukları ise aldıkları kocaman kocaman hediye paketleri yüzünden kıskanıp duruyorum..Ama katılamam;o zamanlar tuşlu telefonumuz yok çünkü..Derken bir gün tolga abi elinde bir kitap çeviriyor:Harry Potter diye..Öyle güzel anlatıyor ki elindekini,anlattıklarıysa küçük benliğimi büyülüyor:büyücüler,cadılar,sihir okulu,uçan süpürgeler...Ben de o dünyaya dahil olmak istiyorum hemen.Babam ısrarlarıma dayanamıyor, elimden tutup götürüyor beni başka bir mekana;kitapçı diyorlar: Deniz Kültür Merkezi imiş.Alıyoruz o kitabı, içim alev almış ama.Anında yatağıma koşup okumaya başlıyorum;başka bir boyuttayım artık,sihir okulunun koridorlarında dolaşıyorum,süpürgeye binip göklere çıkıyorum,kötülerle savaşıyorum...Anlatılan sahneleri hayalimde canlandırmaya çalışıyorum sürekli,karakterleri,mekanları.İki-üç günde bitiyor kitap.Ama bende yarattığı etki sürüyor.Ondan sonra binbir yalvarmayla serinin diğer kitaplarını alıp okuyorum,başka kitapları da.Yazıların,kelimelerin dünyası ufaklığımda epey yardımcı oluyor bana;kelimeleri beynimde yeniden yaratıyorum.Yıllar birbirini izliyor...
Ve bugünlere geliyorum.(Çizgiler kadar olmasa da-ama bu ayrı bir konu-)Kelimeler benim için hala önemli,ve daha önce kendi kelimelerimi kullanmayı denemedim hiç.Eh,madem blog denilen özgür(tek özgür ortamımızın sanal olması ne kadar iyi?-ama bu da ayrı bir konu-)bir ortam mevcut,ben de kendi kelimelerim,kendi düşüncelerimle ufaktan da olsa dahil oluyorum çocukluğumdan beri arkadaşım olan kelimlerin dünyasına.Eh,biraz duygusal bir giriş oldu ama ilk yazımın sakil durmasını istemedim.Neyse; merhaba blog!